Yazarlarımız, Yorum-Analiz

Tarihimizi Yazmalıyız: Geçmişi Bilmek, Geleceği İnşa Etmek

Mehmet ÇAKIR

Tarih, bir milletin kimliğini inşa eden, kültürünü ve değerlerini nesilden nesile aktaran en önemli unsurdur. Ne yazık ki, bizim tarihimizde de, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında, çok önemli bir dönem, adeta gözlerden saklanmış ve öğretilmemiştir. Okul yıllarımızda aldığımız tarih derslerinde, 1938’den sonrasına neredeyse hiç değinilmezdi. 1938, Atatürk’ün ölüm yılıydı ve sanki bu tarihten sonra Türk tarihinin bir anlamı kalmamış gibi bir algı oluşmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, tarih sanki bir duraklama noktasına gelmiş, 1938 sonrası adeta “karanlık çağ” olarak kodlanmıştı. 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Sultan Alparslan’ın zaferini bilirdik, ama 1950’de Türkiye’de neler olduğunu, nasıl bir siyasi kırılma yaşandığını öğrenmezdik.

1938’den Sonraki Tarih: Unutulmuş Bir Dönem

Birçok insan, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki parlak devrimci hamleleri ve Atatürk’ün izlediği yolu bilse de, 1938’den sonrasını sadece bir “duraklama dönemi” olarak görürdü. Bu algı, aslında 1950’li yılların başından 1980’lere kadar olan dönemin, toplumun zihninde silikleşmesine yol açtı. O dönemde tarih kitaplarında, gazetelerde ve ders kitaplarında hep bir kesik vardı. 1938 sonrası adeta gizlenmiş, bu dönemde neler yaşandığı, halkın nasıl bir değişim geçirdiği ve Türkiye’nin nasıl bir dünyada var olmaya çalıştığı anlatılmamıştır. Ancak, zamanla bu eksikliği fark etmiş ve tarihimizin bu dönemini anlamaya çalışmış bir nesil yetişti.

Çünkü geriye doğru baktığımızda, 1938 sonrası dönem sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın önemli dönüşümler yaşadığı bir devredir. 1945 sonrası, dünya iki kutup arasında sıkışmış bir döneme girmiştir. Bir tarafta ABD ve Batı Bloğu, diğer tarafta ise SSCB ve Doğu Bloğu bulunuyordu. Türkiye ise bu iki kutup arasında, Batı’nın yanında yer alan, ama ulusal bağımsızlık ve özgürlüğünü büyük ölçüde kaybetmiş bir ülke haline geliyordu. Soğuk Savaş döneminin etkisiyle Türkiye’nin iç ve dış siyaseti şekillenirken, bir yandan da demokratikleşme yolunda atılan adımlar, zorluklarla karşılaşıyordu. Türkiye’nin NATO üyeliği, Marshall Yardımı gibi gelişmeler, aslında Amerika’ya olan bağımlılığımızın başlangıcıydı.

1938’den Sonrasını Öğrenmek, Geçmişi Yeniden Yazmak İçin Bir Gerekliliktir

Bu tarihi boşluğu anlamadan, doğru bir şekilde büyüyüp gelişmek mümkün değildir. Bizim tarihimize yalnızca osmanlı ve Atatürk dönemi gibi büyük ve önemli kesitler değil, aynı zamanda yakın tarihimizi de derinlemesine inceleyerek, bu boşlukları doldurmamız gerekiyor. Çünkü geçmişi öğrenmek, sadece milleti bir araya getirmez, aynı zamanda milletin kimliğini de güçlendirir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden sonra, Cumhuriyet’in temellerini sağlamlaştırmak için yapılan devrimlerin ve savaşların ardında sadece bir liderin ismi değil, birçok halk kahramanının, entelektüel birikimin ve siyasi liderin mücadelesi vardır.

Tarih, Gerçek Kahramanlarımızı Saklamamalıdır

Sadece Atatürk’ün veya Osmanlı İmparatorluğu’nun kahramanlarını öğrenmek yetmez; Türkiye’nin en yakın tarihine bakarak, bu topraklarda bağımsızlık mücadelesi veren diğer önemli kahramanları tanımamız gerekir. Adnan Menderes, Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi isimlerin de hem Türk siyasetine katkıları hem de yaşadıkları mücadeleler, halkımızın tarihine kazandırılmış önemli miraslardır. Ancak bu kahramanlar, okul kitaplarında neredeyse hiç yer bulmaz. 1960 darbesinin ve 1980 darbesinin nasıl yapıldığını, Türkiye’nin bu zor süreçlerde nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, insanların nasıl bir bedel ödediğini ve ülkenin nasıl bir çıkış yolu aradığını öğrenmek, bizlere kendi devlet yapımızı, kültürümüzü ve geleceğimizi daha iyi bir şekilde kavrama fırsatı sunar.

Türkiye’nin tarihindeki bu boşluklar, sadece bir “karanlık çağ” olarak kalmamalıdır. Geçmişin bu kesitlerini açığa çıkarmak, hem halkımıza hem de genç nesillere, bu topraklarda özgürlük mücadelesi veren kahramanları ve toplumun dönüştüren dinamiklerini göstermek gerekmektedir.

Gerçek Tarihi Yazmalıyız: Milletin Gücü Buradadır

Tarihimizi bizler yazmalıyız; başkaları yazarsa, sadece birer parantez oluruz, bir başkasının yazdığı tarih de bizim hikayemiz olamaz. **Kendi tarihimizin yazarları biz olmalıyız**. Tarih, bir milletin bağımsızlık mücadelesi, kültürel mirası ve mücadeleleriyle şekillenir. Eğer başkalarının yazdığı tarihe, sadece onların bakış açısına göre şekillenen bir tarih yazılımına izin verirsek, bu, bizim kendi milletimizin kimliğini kaybetmesine yol açar. O yüzden tarihimizin sadece kahramanlarını değil, o kahramanların gerisindeki halkı, onların verdiği mücadeleyi ve tarihsel bağlamı da gözler önüne sermeliyiz.

Büyük ve güçlü bir Türkiye için, gerçek tarih yazılmalı. Sadece zaferler değil, bu zaferlere nasıl ulaşılacağı, hangi zorlukların aşıldığı ve hangi bedellerin ödendiği anlatılmalıdır. Gençlerimize tarihlerini öğrettikçe, geleceğe sağlam adımlarla yürüyebiliriz. Her bir Türk genci, tarihinin gerçek kahramanlarını öğrenmeli ve bu kahramanların izinden gitmelidir.

Devlet Kademesine Gerçek Tarih Bilgisiyle Yetişmiş kişiler Alınmalı

Eğer tarihimizi doğru şekilde öğrenmez ve anlamazsak, doğru bir devlet yapısı kurmak mümkün olmayacaktır. Her devlette olduğu gibi, Türkiye’nin güçlü ve sağlıklı bir şekilde büyüyebilmesi için tarihini bilen, geçmişin hatalarından ders alan ve bu birikimi geleceğe taşıyan insanlara ihtiyacı vardır. Devlet kademelerine, gerçek tarih bilgisiyle yetişmiş insanlar alınmalı, toplumun bilinçli ve bilinçli olmayan kahramanları doğru bir şekilde tanıtılmalıdır. Böylelikle, sadece geçmişi değil, geleceği de doğru şekilde inşa edebiliriz.

Tarihi doğru şekilde öğrenmek ve anlamak, sadece geçmişin bir parçasını öğrenmek değil, bugünü daha iyi anlamak ve yarına daha sağlam bir zemin hazırlamak anlamına gelir. Gerçek kahramanlarımızın hikayeleri anlatılmalı, tarihimiz yeniden yazılmalı ve bu tarihin ışığında bir geleceğe doğru ilerlemeliyiz.

Bir Cevap Yazın