Yazarlarımız

BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN SEYHAN’A GÖÇÜ (1950-1951)

HATİCE BOZKURT ÇANAK

Millî Eğitim Bakanlığı, Buhara Ortaokulu, Adana/TÜRKİYE

Anahtar Kelimeler: Adana-Seyhan, Emigrants, International Migration, Settlement, Turks of Bulgaria.

GİRİŞ

Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldan itibaren Balkanlardan çekilmeye başlamasıyla birlikte bölgedeki Türkler Anadolu’ya göç etmeye başlamıştır. Bu göçler, 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında âdeta kitlesel bir hâl almıştır. Fakat başta Bulgaristan olmak üzere bölgede önemli bir Türk nüfus kalmış, Bulgaristan Prensliği ile Osmanlı ilişkisinin temelini de bu nüfus oluşturmuştur. Prensliğin kurulduğu Tuna vilayetinin 1876 yılı nüfusu 1.130.000’i Bulgar, 1.120.000’i Türk olmak üzere 2.250.000 civarındadır[1] . Nüfustaki dengeden rahatsız olan Bulgarların zulüm ve baskısı sonucunda gerçekleşen göçlerle Türklerin sayısı 1880 yılına gelindiğinde 750.000’e, Balkan Savaşları’na kadar da 600.000’e gerilemiştir[2] . Bulgaristan Türklerinin Anadolu’ya göçü bu tarihten sonra da zaman zaman azalıp artmakla birlikte devam etmiştir. Türklerin göç etmesinde Bulgaristan’da yaşanan siyasi gelişmeler ile hükûmetlerin azınlıklara yönelik tutumu ve Türkiye-Bulgaristan ilişkinin mahiyeti de önemli rol oynamıştır. Örneğin Türkler, 1919-1923 yılları arasındaki Çiftçi Partisi iktidarı sırasında ana dilini kullanma, okul açma ve ibadetlerini yapma konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamadıkları için genel itibariyle huzurlu bir dönem geçirmişlerdir. Buna karşın Bulgaristan Bulgarlarındır sloganıyla hareket eden radikal milliyetçi Aleksander Tsankov’un 9 Haziran 1923 tarihindeki darbe sonrasında idareyi ele almasını müteakiben[3] silahlı örgütlerin saldırılarına maruz kalarak göç etmelerine yönelik uygulamalarla karşı karşıya kalmışlardır. Türklerin sorunlarına kayıtsız kalmayan Türkiye, Bulgaristan ile 18 Ekim 1925 tarihinde Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması ve Oturma Sözleşmesi’ni imzalamıştır. İki ülke arasındaki göçün hukuki bir temele oturtulduğu anlaşmaya göre Bulgaristan Türkleri Türkiye’ye göç edebilecek, bu esnada taşınabilir mallarını ve hayvanlarını yanlarına alabilecek, taşınmaz mallarını da serbestçe satabileceklerdi. Ancak anlaşmayı fırsat olarak gören Bulgaristan daha çok Türk’ün göç etmesini sağlamak için Türklere yönelik baskısını arttırmıştır[4] . İki ülke arasında yapılan ve ilişkileri olumlu yönde etkileyen 1928-1929 yılındaki anlaşmalar[5] ile Başbakan Muşanov’un Aralık 1931’deki Türkiye ziyareti Bulgaristan Türklerine de müspet yönde yansımıştır. Fakat 1932 yılındaki Haskova Katliamı ile 1933 yılında Razgrad Türk mezarlığının tahrip edilmesi; Türk aydın ve kanaat önderlerinin tutuklanması; okulların kapanması gibi uygulamalar iki ülke ilişkisine zarar verdiği gibi Bulgaristan’ın Türklere yönelik bakışında herhangi bir değişim olmadığını göstermiştir[6] .

Bulgaristan Türklerinin durumu bundan sonraki süreçte de Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ilişkinin mahiyetine ve Bulgaristan’da yaşanan siyasi gelişmelere bağlı olarak değişmiştir[7] . Nitekim Avrupa’da yükselen faşizm rüzgârının etkisiyle 19 Mayıs 1934 tarihinde Bulgaristan’da gerçekleşen darbeyle faşist bir idarenin kurulması Türkiye’ye yeni bir göç dalgasının başlamasına yol açmıştır[8] . Buna karşın 1936-1938 yılları iki ülke ilişkisi ve Bulgaristan Türkleri açısından sakin geçmiştir[9] . Bulgaristan’ın 1939 yılında Türkleri tekrar sınır dışı etmeye başlaması ilişkilerin yeniden gerilmesine yol açmışsa da iki ülkenin İkinci Dünya Savaşı yıllarına tesadüf eden 17 Şubat 1941 tarihinde yayınladıkları bildiriyle birbirlerine saldırmayacaklarını açıklaması ilişkilerini olumlu yönde etkilemiştir[10]. Fakat Bulgaristan yönetiminin yurt dışına çıkışları yasaklaması ve Türklere pasaport vermemesinden dolayı göçler durma noktasına gelmiştir[11]. Buna rağmen Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye yönelik göçü devam etmiş ve önemli göç dalgasından birisi de 1950-1951 yılları arasında meydana gelmiştir.

I. 1950-1951 Göçüne Giden Süreç

Bulgaristan, İkinci Dünya Savaşı sırasında önce Almanya’nın, daha sonra Sovyetler Birliği’nin işgaline uğramıştır. 8 Eylül 1944 tarihindeki Sovyet işgaliyle birlikte mevcut iktidar devrilerek Vatan Cephesi adıyla komünist bir idare kurulmuştur[12]. Bu dönemde azınlıkların elinden alınan birçok hakkın iade edileceği açıklanmış, 1946 yılındaki toprak reformuyla birlikte de toprağı olmayan takriben 45.000 kişiye toprak verilmiştir[13]. Fakat Bulgar Komünist Partisi’nin güçlü ve büyük bir Bulgaristan’ın ancak homojen bir toplumla mümkün olabileceğine yönelik düşüncesi ve etnik farklılıkları bir tehdit olarak görmesi yaşanan olumlu havanın kısa sürmesine yol açmıştır. Bu politik değişiklik ülkedeki en büyük azınlık olan Türkleri de etkilemiştir. Komünist rejimin vatandaşlarının yurt dışına çıkışını yasaklaması ve pasaport vermemesinden dolayı Türklerin Anadolu’ya olan göçleri de durma noktasına gelmiştir. Bununla birlikte 1940-1949 yılları arasında 21.353 kişi göçmen veya mülteci statüsünde Türkiye’ye gelmiştir. Bunlar arasında kaçarak gelenlerin dışında 1946-1948 yılları arasında Sofya’da bulunan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Moskova’da yapılan anlaşma üzerine oluşturulmuş Müttefikler Arası Kontrol Komisyonu’nun izni sayesinde gelenler de yer almıştır. Ayrıca Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı, ülkeden kaçışların artmasından dolayı Türkiye ile Bulgaristan arasında ortaya çıkan sorunları çözmek üzere 1947 yılında bir daimî komisyon kurmuştur. Komisyon öncelikle Bulgaristan’ın Türkiye sınırına yakın köylerde yaşayan Türkleri ülkenin iç kesimlerine sürgün ederek yerlerine Bulgarları yerleştirmiştir[14].

Türkler açısından asıl kırılma noktası Sovyetler Birliği’nin dayatmasıyla kurulan sosyalist rejimin 7 Mart 1950 tarihinde aldığı kararla Bulgaristan’da Köy Tarım Kooperatifleri (TKZS) ismiyle kolektif çiftliklerin kurulması ve tarım alanlarının devletleştirmesi olmuştur[15]. Arazileri kamulaştırılanlar bu kooperatiflerde işçi olarak istihdam edilmişlerdir. Çiftlik çalışanların bir kısmı tarımsal modernizasyon politikası doğrultusundaki makineleşme sonrası işsiz kalmıştır. Bulgaristan’daki çiftçiler ve köylüler bu uygulamalara karşı eylemlerde bulunmuşlardır. Bulgar yönetimi ilk etapta eylemcilerden en az 25 binden fazla kişiyi tutuklamış, mülkiyetindeki toprakları kooperatiflere bırakmayan Türk ailelerin çocuklarını eğitim hakkından mahrum bırakmış ve devlet kurumlarında istihdamlarına mani olmuştur[16]. Öte yandan vergi sistemindeki değişiklikler, vergi dilimindeki artışlar çoğunluğu köylü olan Türkleri, vergilerini ödeyemez hâle düşürecektir[17].

Sosyalist yönetimin uygulamaları bunlarla sınırlı kalmamıştır. Bu bağlamda camileri kapatmış[18], Türk öğretmenler, aydınlar, esnaf ve zanaatkârlar ile çocukları Marksist-Leninist eğitime tabi tutmuş ve Türk gençleri Trudovak denilen işçi-asker taburlarında görevlendirerek taş ocağı ve yol yapımı gibi ağır işlerde çalıştırmıştır. Ayrıca Türklerin millî kimlik ve benliklerini kaybetmesi için Türkçeyi yasaklayarak[19] Türk okullarını kapatmıştır. Bu durum, rejim tarafından dile getirilen Türklerin bir kısmının Türkiye’ye gönderilip geri kalanların sosyalist Bulgar toplumu içinde asimile edilmesi yönündeki düşüncesiyle de uyumludur. Hatta bununla da yetinilmeyerek bir taraftan da Bulgaristan’daki Türklerin etnik olarak Türk olmadığı gibi Müslümanlığı kabul etmiş ve Osmanlı idaresi altındayken Türkleştirilmiş Bulgarlar oldukları iddiası dile getirilmiştir[20]. Sosyalist rejimin bütün uygulamalarına rağmen asimilasyon politikası Türkler üzerinde başarılı olmamıştır. Zira Türkler, toplumun geri kalanından soyutlanmış bir yaşam sürdüklerinden geleneksel aile yapılarını muhafaza etmeyi başarmışlardır. Hatta Türk kimliğini eritmek için yapılanların Türkler arasındaki aile bağları ile Türklük düşüncesini daha da güçlendirdiği söylenebilir. Buna rağmen Türklerin bir kısmı, rejimin baskısına daha fazla dayanamayarak Türkiye’ye göç etmiştir[21]. Bu göçler, Türklerin kendi isteğiyle göç etmesinin iki ülke arasındaki sorunların azalmasına yol açacağına ve azalan Türk nüfusu asimile etmenin daha kolay olacağına inanan rejim tarafında memnuniyet yaratmıştır. Ancak göç etmesinde fayda görülen kişilerin gitmesine izin verilirken ağır işlerde çalışan ve gittikleri takdirde ekonominin olumsuz yönde etkilenileceğini düşündükleri kişilerin gitmesine ise izin vermemişlerdir[22].

Türkiye’nin Batı’ya yakınlaşmak adına Kore Savaşı’na katılarak NATO’ya girmek istemesinin de 1950-1951 göçünde etkili olduğu iddia edilmiştir. Sovyetlerin etkisi altına aldığı Bulgaristan idaresini yönlendirerek Türklerin güvenilmez olduğu ve göç ettirilmesi gerektiği şeklindeki telkinleri de bu iddiayı desteklemiştir[23]. Böylece yaşanacak olan göçle birlikte Türkiye’nin ilgisinin dış politikadan göçmen meselesine çekilmesi ve Batı’ya desteğinin sınırlandırılması öngörülmüştür[24]. Sonuç itibariyle sosyalist Bulgar rejimin uygulamaları sonucunda Türkler göç etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu süreç çok da kolay olmamıştır. Zira Türkler, bir taraftan göç edebilmek için Bulgar makamlarından izin isterken bir taraftan da kabul edilmeleri yönünde Türkiye’den talepte bulunmuşlardır.

1940’lı yıllarda Bulgar idaresinin uygulamalarına karşı Bulgaristan Türklerinin bir kısmı çözümü Türkiye’ye göç etmekte bulacaktır. Bulgaristan Türklerinin talebini 31 Mayıs 1947 tarihli toplantısında görüşen Bakanlar Kurulu, gelmek isteyenlerin serbest göçmen statüsünde kabul edilmesi yönünde karar almıştır. Alınan bu kararla göç süreci yıllara yayılarak göçmenlerin neden olacakları maddi yük en aza indirilmeye çalışılmıştır. Hatta göç etmek isteyenlerden ihtiyaçlarının akrabaları veya tanıdıklarınca karşılanacağına dair taahhüt talebinde de bulunulmuştur. Ancak Bulgaristan’ın vize konusunda ağır davranması sürecin uzamasına yol açmıştır. Bundan dolayı ilk etapta yılda takriben 1.500 kişi göç edebilmiştir. Sürecin yavaş ilerlemesi üzerine Bulgaristan Türkleri her iki ülke nezdinde göçe yönelik taleplerini ısrarla dile getirmişlerdir. Bu taleplerin Bulgarlar üzerinde kısa sürede sonuç vererek işlemlerin hızlanmasını sağlamasından dolayı 1949 sonbaharından itibaren Türk konsolosluklarında yoğunluk yaşanmaya başlanmıştır[25]. Türkiye de bu süreçte resmî göçmen politikasını şekillendirerek daha önce de öngördüğü gibi göçmenleri tedrici bir şekilde almaya karar vermiştir. Böylece bir taraftan göçmenleri alırken bir taraftan da aldıklarının iskân sürecini tamamlamayı öngörmüştür. Bu nedenle ilk yıl 25-30 bin göçmen almayı planlamıştır. Fakat Türkiye’nin bu tutumu, ilk etapta Türklere vize konusunda sıkıntı çıkaran ancak daha sonra Türklerden bir an önce kurtulmak için ülkesinden göndermek şeklinde yeni bir politika benimseyen Bulgaristan’ı rahatsız etmiştir. Bulgaristan bu rahatsızlığını 10 Ağustos 1950 tarihinde verdiği notayla dile getirerek ülkesindeki 250.000 Türkün üç ay içinde kabul edilmesini istemiştir[26]. Bulgaristan’ın Türkleri göçe zorlamak adına ortaya koyduğu tutum ile Türkiye’yi göçü engellemekle suçlayan notası ilişkilerin daha da bozulmasına yol açmıştır[27]. Bulgaristan 22 Eylül 1950 tarihinde verdiği ikinci notasında ise Türkiye’deki gazeteleri Bulgaristan Türkleri hakkında abartılı haberler yapmakla, Türkiye’yi de Türkleri göçe teşvik ederek Bulgaristan ekonomisine zarar vermek suretiyle rejimi başarısız kılmaya çalışmakla suçlamıştır[28]. İddialar üzerine Türkiye, göçün âdeta kitlesel bir hâle dönüştürülmesine karşı olduğunu ve Bulgaristan’ın sürece olumlu yönde katkıda bulunmadığını, öncelikle her iki tarafın mutabık kalacağı bir anlaşmanın yapılması gerektiğini, aksi takdirde sorunun uluslararası bir hâl alacağını dile getiren karşı bir nota vermiştir[29].

Bulgaristan’ın vizesiz kişilerin yanı sıra Çingene gönderdiğinin ortaya çıkması da iki ülke ilişkisini olumsuz yönde etkilemiştir. Çünkü Türkiye, 2510 sayılı İskân Kanunu gereğince sadece Türk soyundan olan kişileri göçmen olarak kabul edebileceğini dile getirerek Çingeneleri geri göndermek istemiş, Bulgaristan’ın olumsuz tavrı üzerine de 7 Ekim 1950 günü sınırını kapatmıştır. Ancak Bulgaristan’ın vizesiz gönderdiği kişileri geri alacağını ve vizesiz kimseyi göndermeyeceğini taahhüt etmesi üzerine 22 Aralık 1950 günü sınırını yeniden açmıştır[30]. Türkiye; Bulgaristan’ın verdiği taahhüde uymayarak Çingene göndermeye devam etmesi üzerine verdiği notalarla durumu protesto ederek bu kişileri geri almasını istemiş, Bulgaristan’ın umursamaz tavrından dolayı da 8 Kasım 1951 günü sınırını tekrar kapatmıştır. Türkiye’nin bu tavrı üzerine Bulgaristan da göçü tamamen durdurduğunu ilan etmiştir[31]. Bununla birlikte göçün başladığı 1950 yılından durdurulduğu tarihe kadar olan sürede 52.185 kişi 1950 yılında, 102.208 kişi de 1951 yılında olmak üzere 154.393 kişi Bulgaristan’dan Anadolu’ya göç etmiştir[32].

II. Göçmenlerin Seyhan’a Olan Yolculuğu

Bulgaristan’dan Anadolu’ya göç etmeye karar veren Türkler, pasaport almak istediklerinde üzerlerine kayıtlı herhangi bir gayrimenkul olmaması gerektiği uyarısıyla karşılaşmışlardır. Bu nedenle öncelikle mülklerini satmak zorunda kalmışlardır. Ancak satmak istediklerinde alacak kimseyi bulamamışlar, göç etmeyi düşünmeyen akrabalarına devretmek istediklerinde ise alacak olan kişiler ödemek zorunda kalacakları yeni vergiden dolayı almak istemediklerinden[33] yok pahasına Bulgarlara satmak zorunda kalmışlardır[34]. Hatta bu parayı alamayanlar[35] olduğu gibi mallarını ve mülklerini almaları için üste para verenler dahi olmuştur[36]. Bunun yanı sıra bazı göçmenler hayvanlarını kuzine soba gibi eşyalarla takas ederken bunu yapamayanlar ise geride bırakarak yola çıkmak zorunda kalmıştır[37]. Hayvanları keserek etini getirmek yasak olduğundan bu yola başvurup yakalananlar ise hem ceza ödemek zorunda kalmışlar hem de pasaportlarına el konulmuştur[38].

Pasaportunu alan göçmenler, genellikle yatak, yorgan, bir miktar giysi ile birkaç parça mutfak eşyası koydukları bir tahta sandıkla yola çıkmışlardır. Çok istisna olmakla birlikte kağnı, turşu fıçısı, camızların üstüne örtmeye yarayan çul[39], hayvan tımarlamaya yarayan tarak[40], kuzine soba[41], çekiç, keski[42], hamur teknesi, banyo teknesi, cam damacana[43], tahta kapı ve pencere gibi şeyler getiren de olmuştur[44].

Yolculuk sırasında yemek için yanlarına genellikle ekmek, peynir, kurumuş et[45], tarhana gibi bir miktar yiyecek alan göçmenler[46], akrabalarının yardımıyla veya ücreti mukabilinde öküz, at arabası ve kamyonla en yakın tren istasyonuna ulaşmışlardır. Bu esnada iki ülke arasındaki ilişkinin seyrine göre aynı gün veya birkaç gün içinde eşyalarını trene yüklemişlerdir. Eşyaların gönderildiği sandığın üzerine adları ile ailelerinin lakaplarını yazan Türkler, eşyaları taşıyan trenin hareket etmesinden sonra farklı bir trenle yola çıkmışlardır. Ancak iki ülke arasındaki ilişkinin seyrine göre göçmenlerin yola çıkma sürelerinde farklılıklar yaşanmıştır. Böylesi durumlarda sınır açılıncaya kadar ya istasyonun olduğu yerde kalacak bir yer ayarlayarak burada kalmışlar[47], ya da eşyalarını istasyon civarında kiraladıkları bir depoya koyarak köylerine dönmüşlerdir[48]. Bu esnada, yanlarına aldıkları eşyaları depoya koydukları geride kalanları ise dağıttıkları için komşularının verdikleri eşyaları kullanmışlar, tarlalarındaki mahsuller ile ağaçlarının da meyvelerini yiyerek hareket zamanını beklemişlerdir.

Genelde hayvan taşınan vagonlarla Mustafapaşa’ya gelen Türkler, buradan Türkiye trenine binmişlerdir. Duruma göre aynı gün veya bir süre bekledikten sonra yola çıkmışlardır[49]. Beklemek durumunda kaldıklarında ise ya misafirhanede ya da ahırlarda kalmışlardır[50].

Bulgar yetkililer, Mustafapaşa’ya gelen Türklerin üstleri ile sandıklarını arayarak para ve altın gibi değerli şeyleri götürmelerine izin vermemişlerdir[51]. Bundan dolayı Türkler trene bindikleri zaman yanlarındaki paraları bir nevi sevinç gösterisi olarak saçmışlar, saçılan bu paraları da Bulgarlar toplamıştır. Paraların savrulması, duyulan sevincin yanı sıra Bulgar parasını Türkiye’de kullanamayacak olmalarından kaynaklanmıştır. Bununla birlikte çeşitli yöntemlerle para getirmeye çalışanlar olduğu gibi[52], bir gün geri dönecek olursam lazım olur düşüncesiyle saklayanlar da olmuştur[53]. Buna karşın dünyanın her yerinde geçerli olduğu için en çok altın getirilmek istenmiştir. Bu bağlamda ekmeğin[54], yemek için yapılan dolmanın[55], elbise vatkasının[56], ayakkabı, baston[57] ve yastığın içine konularak[58], sandığın oyulan kısmına yerleştirilip üzeri balmumu ile kapatılarak[59], yemek sinisinin kenarına yerleştirilerek, katlanır masanın tahtası sökülüp üstü sakızla kapatılarak getirilmeye çalışılmıştır[60].

Mustafapaşa’dan trenle Edirne’ye gelen göçmenler, evraklarının kontrol edilmesinden sonra sağlık taramasından geçirilmişler, bu esnada aşı yapılarak DDT[61] ile de ilaçlanmışlardır[62]. Ancak alan araştırması sırasında bu işlemin herkese yapılmadığı tespit edilmiştir[63].

Göçmenler Edirne’de genelde birkaç gün kalmışlarsa da istisna olmakla birlikte bu sürenin aşıldığı durumlar da söz konusudur[64]. Bu sırada göçmenler misafirhane veya kışlada misafir edilmişler, her türlü yeme içme ihtiyaçları Kızılay tarafından karşılanmış, ihtiyacı olanlara kıyafet, hamile olanlara ise içinde bebek kıyafetleri ile battaniye gibi eşyaların olduğu bir paket verilmiştir[65].

Göçmenler ile eşyaları Edirne’ye genelde ayrı trenle gelmiştir. Bu nedenle göçmenler, sandıklarını trene verirken Bulgaristan’daki lakaplarını da üzerine yazmışlardır. Edirne’ye gelip soy isim aldıklarında ise lakapları, soy isimleri ve iskân yerlerinin yer aldığı listeler oluşturulmuş, gelen sandıklar da bu listeler ışığında göçmenlerin iskân yerlerine sevk edilmiştir[66]. Bundan dolayı göçmenler, sandıklarına sorunsuz bir şekilde ulaşabilmiştir.

Göçmenlerin Edirne’de kaydı yapıldıktan sonra bu dönemde Bulgaristan’da soy isim kullanılmadığı için her aileye soy isim verilerek iskân yeri belirlenmiştir. Soyadı verilirken hane reislerinin fiziksel ve psikolojik durumları, geldikleri yerdeki lakapları veya hane reisinin mesleği gibi birçok faktör göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin çok hareketli birisine Durmaz, bir daha Bulgaristan’a dönmem dediği için Dönmez, Bulgaristan’dan kurtulduğu için Kurtulmuş ve Kurtuluş, güzel türkü söylediği için Şenses, çok yavaş hareket ettiği için Yavaş, çobanlık yaptığı için Çoban, inşaat ustası olduğu için Yapıcı gibi soy isimler verilmiştir.

İskân yerleri belirlenirken şehrin ihtiyaçlarının yanı sıra göçmenlerin talepleri de dikkate alınmıştır. Bu bağlamda göçmenlere gitmek istedikleri bir yer olup olmadığı sorulmuştur[67]. Böylece göçmenlerin bulundukları çevreye daha kolay uyum sağlamaları ve birbirlerine destek olmaları amaçlanmıştır.

Göçmenler, Edirne’deki işlemlerinin tamamlanmasından sonra iskân yerlerine sevk edilmişlerdir. Bu iskân yerlerinden birisi de Seyhan vilayetidir. Seyhan’a gelmek için Edirne’den demir yolu veya istisna olmakla birlikte kara yoluyla İstanbul’a gelen göçmenler[68], ya aynı gün ya da birkaç gün misafirhanede kaldıktan sonra vapurla Haydarpaşa’ya geçmişler[69], oradan da trenle Seyhan’a hareket etmişlerdir.

III. Göçmenlerin Seyhan’a İskânları

Edirne’den yurda giriş yapan ve misafirhanelere yerleştirilen göçmenlerin genellikle birkaç gün süren misafirliği sırasında iskânlarına yönelik çalışmalar, vatandaşlığa alım işlemleri ve sağlık kontrolleri yapılmıştır. İşlemlerin tamamlanmasını müteakiben iskân yerlerine sevk edilmişlerdir. İskânları yapılırken de çoğunluğunun çiftçi olmasından dolayı tarımsal potansiyeli yüksek olan vilayetler tercih edilmiştir.[70] Bu vilayetlerden birisi de merkez kazası Adana olan Seyhan’dır[71]. Seyhan, Osmanlı’nın son döneminden itibaren gerek çalışma imkânı gerekse de nüfus yoğunluğunun az olmasından dolayı göçmenlerin yoğun olarak iskân edildiği bir vilayettir[72]. Bundan dolayı 1950-1951 yılında yurda gelen Bulgaristan Türklerinin iskânı için belirlenen 40 vilayet arasında yer almıştır[73]. Seyhan’ın iskân yeri olarak belirlenmesiyle birlikte iskân işlemini gerçekleştirmek üzere TBMM Başkanı Refik Koraltan’ın başkanlığında Ankara’da kurulan Millî Yardım Komitesi’nin Seyhan şubesi tesis edilmiştir[74].

Haydarpaşa’dan trenle Seyhan’a doğru yola çıkan göçmenler, 3-4 gün süren uzun ve meşakkatli bir tren yolculuğundan sonra iskân edilecekleri yere göre Adana, Misis, Ceyhan, Osmaniye ve Yarbaşı İstasyonu’nda trenden inmişlerdir. Bu bağlamda Seyhan’a ilk göçmen kafilesi 1950 yılı sonlarında gelmiştir. 1951 yılının 9 Şubatı itibariyle gelenlerin sayısı 1.678’e[75], 3 Martı itibariyle de 3.331’e ulaşmıştır[76]. Bununla birlikte gelen göçmen sayısı artmaya devam etmiştir. Buna bağlı olarak vilayete iskânı öngörülen göçmen sayısı da sürekli olarak artırılmıştır. Nitekim ilk etapta 5.000 kişinin iskânı öngörülürken[77] zamanla bu sayı 5.500[78], 6.000[79] ve 7.000 şeklinde revize edilmiştir[80]. Fakat dönemin Adana basınına göre vilayete 7.500 göçmen yerleştirilmiş olup bunların ilçelere göre dağılımı ise şu şekilde olmuştur[81]:

 

 

Tabloya göre en fazla göçmen Adana, Ceyhan, Kadirli ve Kozan’a, en az göçmen ise Karaisalı, Osmaniye, Bahçe, Saimbeyli ve Feke’ye iskân edilmiş görülmektedir. Ancak 1950-1951 yıllarında Seyhan’a iskân olunan Bulgaristan göçmenlerine ait bilgileri ihtiva eden Muhacir Kayıt Defterine göre vilayete 6.346 kişi yerleştirilmiş olup göçmen yerleştirilen yerler arasında da Saimbeyli ve Feke bulunmamaktadır. Bununla birlikte her iki veriye göre de en fazla göçmen ovalık ve verimli arazilere sahip yerlere yerleştirilmiştir[82].

Planlanandan fazla göçmenin iskân edilmesi daha az sayıda göçmene göre hazırlık yapmış olan yerel idarecileri sıkıntıya sokmuştur. Bundan dolayı Bayındırlık Bakanlığına müracaat edilerek gelenlerin sıcaktan dolayı hastalanmaları gerekçe gösterilip göçmen gönderilmemesi talep edilmiştir[83]. Fakat bu talep Bakanlık tarafından dikkate alınmamış olmalı ki göçmenler gelmeye devam etmiştir.

Göçmenler Adana’ya ilk geldiklerinde Kız Sanat Enstitüsü, Darülaceze ve İş Bulma Kurumu binalarında misafir edilerek bürokratik işlemleri tamamlanmıştır[84]. İşlemlerinin tamamlanmasını müteakiben de geçici olarak yerleştirilecekleri yerlere sevk edilmişlerdir. Geçici iskân yerleri belirlenirken köyün ve köylünün imkânları da göz önünde bulundurulmuştur. Bundan dolayı göçmenler şehre gelmeden önce köy muhtarlarıyla irtibat kurularak köylerinde kaç haneyi misafir edebileceklerine dair bilgi toplanmış, göçmenler gelmeye başlayınca da muhtarlar istasyona gelerek belirttikleri sayıda aileyi köylerine götürmüşlerdir. Bunun yanı sıra geniş miktarda arazi işleyen ve ağa olarak nitelendirilen kişiler de çiftliklerinde çalışmak üzere geçici süreliğine göçmen istihdam etmişlerdir. Bu sırada inşasına başlanan evlerin inşasının tamamlanmasıyla birlikte de kalıcı olarak iskânlarının yapılacağı evlere ve köylere geçmişlerdir. Ancak geçici olarak yerleştirildiği yere kalıcı olarak iskân edilen ve devletin sağladığı malzeme desteğiyle kendi evlerini inşa edenler de olmuştur[85]. Göçmenlere yönelik konut yapımına ise genel olarak 1951 yılında başlanmıştır[86]. Bu bağlamda çiftçiler için köylerde, zanaatkârlar içinse şehir ve kasabalarda olmak üzere iki tip konut inşa edilmiştir. Çiftçiler için öngörülen evler iki oda, bir ahırdan, zanaatkârlara yönelik evler ise dükkânlı ve dükkânsız olmak üzere iki oda, bir hol ve bir dükkândan ya da iki oda ve bir holden meydana gelmiştir[87].

Göçmenler, geçici iskânlarının yapıldığı yerlerin muhtarının öncülüğünde köylülerden temin edilen eşyalar ile genellikle ahırdan bozma metruk yapılara yerleştirilmişlerdir. Bununla birlikte durumu iyi olan veya evini paylaşmak isteyenlerden oda tahsis edenler de olmuştur. Göçmenlerin bu esnadaki ihtiyaçları yine muhtarlar tarafından toplanan yardımlarla sağlanmış veya birkaç hane birleşerek bir göçmen hanesinin ihtiyacını karşılamıştır. Ağaların yanına aldığı göçmenler de yine metruk vaziyette bulunan ekseriyetle de ahırdan bozma yapılara yerleştirilmişlerdir. Ancak ağaların yanındakiler yeme-içme konusunda daha az sıkıntı çekmişlerdir. Göçmenler geçici iskânları sırasında kendilerine tahsis olunan derme çatma yapıları toprakla sıvayıp badana yaparak daha yaşanılır bir yer hâline getirmişlerdir. Hatta bu konuda yerleştirildikleri yerlerdeki köylülere de örnek olmuşlardır. Ancak imrenilerek bakılan bu yapılar çoğu zaman göçmenlerden alınarak yerine derme çatma yeni yapılar verilmiştir[88].

Göçmenler ilk etapta yerlilerin yardımlarıyla hayatlarını idame ettirmeye çalışmışlardır. Yerli ahalinin kısıtlı imkânlarına rağmen yaptıkları yardımlar göçmenleri bir süreliğine de olsa rahatlatmıştır. Fakat sürecin sağlıklı bir şekilde yürümesi için göçmenlerin kalıcı iskânlarının yapılarak üretici konuma getirilmeleri gerekmiştir. Geçici iskânları yapılan göçmenler de bu süreçte tarlaya yevmiyeye giderek veya mesleklerini yaparak ayakları üzerinde durmaya çalışmışlardır. Vilayetin tarımsal potansiyelinden kaynaklanan iş imkânının yanı sıra bu dönemde yapımına başlanan Seyhan Hidroelektrik Santrali ile İncirlik Havaalanı gibi inşaatlar da yeni iş imkânları sunmuştur. Bundan dolayı Adana, sadece vilayete iskân olunan göçmenler için değil ülkenin farklı yerlerinde yaşayan bireyler ile farklı vilayetlere yerleştirilen göçmenler için de önemli bir iş ve aş merkezi olmuştur. Nitekim Adana’ya, farklı şehirlere iskân edilmiş takriben bin ailenin daha geldiği ileri sürülmektedir. Bununla birlikte binlerce kişinin belli bir dönemde gelmesi şehrin sosyo-ekonomik yapısı üzerinde olumsuz bir takım gelişmelere yol açmıştır. Bu nedenle öncelikle vilayete yerleştirilen göçmenlerin kalıcı iskânları yapılıp arazi dağıtımı tamamlanarak kendi kendilerine yeter hâle getirilmelerine çalışılmıştır[89]. Kalıcı iskânın bir an önce yapılması eğitimleri yarım kalan çocuklardan eğitimlerine devam etmek isteyenler açısından da büyük önem arz etmiştir[90].

Kalıcı iskân yerleri belirlenirken göçmenlere dağıtılacak miktarda mülkiyeti devlete ait arazinin olmasına özen gösterilmiştir. İskânın yapılacağı yerin belirlenmesi üzerine de bir taraftan evlerin yapımına başlanırken bir taraftan da ekip biçmeleri için göçmenlere toprak dağıtımı yapılmıştır. Bu bağlamda vilayet genelinde göçmenlerin toplu olarak iskân edildiği köyler aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.

 

 

Göçmenlerin iskân olunduğu bu yerlerin yanı sıra Yeniyayla örneğinde olduğu gibi göçmenlere mahsus köy de kurulmuştur. Bununla birlikte göçmenlerin büyük çoğunluğu mevcut köylere dağıtılmıştır. Dağıtım sırasında, daha önce bölgeye gelmiş olan Balkan Türklerinin yaşadığı yerler tercih edilerek göçmenlerin uyum problemi en aza indirilmeye çalışılmıştır.

İskânı gerçekleştirilen göçmenlere yaşamlarını düzene koyabilmeleri için devlet, yerel idareler ile halk tarafından çeşitli yardımlarda bulunulmuştur. Bu bağlamda devlet tarafından ev veya iş yeri ile hayatlarını idame ettirecek kadar arazi verilmiş, para yardımında bulunulmuş ve uzun vadeli düşük faizli kredi tahsis edilmiştir. Yapılan ayni ve nakdî yardımların yanı sıra bir defaya mahsus olmak üzere bütün vergilerden, 22 yaşını dolduran erkekler de askerlikten muaf tutulmuştur[91].

Göçmenlerin bir taraftan evleri yapılırken bir taraftan da yaşamlarının normale dönebilmesi için toprak dağıtılmaya başlanmıştır. Verilen arazinin büyüklüğü toprağın verimi ile ailelerin birey sayısına göre değişirken[92], arazinin hemen ekilebilmesi için de zirai alet ve tohum desteği sağlanmıştır[93]. Ancak göçmenlerin tarlalarını ekerek mahsul almaları için aylarca beklemeleri gerekmiştir. Bu esnada ise yerli ahalinin yardımlarıyla hayatlarına devam etmişlerdir.

Göçmenlerin yoğun olarak iskânının öngörüldüğü yerlerden birisi de Adana’nın Karataş bucağına bağlı Adalı köyüdür. Konuya dair yerel basına açıklama yapan Seyhan valisi, 75-100 arası hanenin bölgeye yerleştirilmesi için Bakanlığa yer tahsisi için başvuruda bulunacaklarını dile getirmiştir[94]. Bununla birlikte bu hanelerin öncelikle Kaldırım’a iskânının düşünüldüğünü fakat sel tehlikesinden dolayı Adalı’nın öne çıktığını ancak konuya dair henüz nihai bir karar verilmediğini de belirtmiştir[95]. Birkaç gün sonra yaptığı açıklamada ise Adalı’nın kalıcı iskân sahası olarak belirlendiğini, yaşanması muhtemel sel tehlikesinin bertaraf edilmesi için de Ceyhan Nehri’nin kenarındaki mevcut settin Bebeli’den Adalı’ya kadar uzatılması için Bakanlıkla temasa geçildiğini ifade etmiştir[96]. Ancak alan araştırması sırasında Adalı’ya böyle bir iskân yapılmamakla birlikte Kaldırım’a 150 ev inşa edilerek göçmenlerin yerleştirildiği belirlenmiştir. Yaşanan yer değişikliğinde setin 6-7 kilometre uzatılacak olmasından kaynaklı maliyetin etkili olduğu düşünülmektedir. Netice itibariyle göçmenler için iki oda ile bitişiğine yapılan bir ahırdan oluşan takriben 60 m2 büyüklüğünde kerpiçten evler inşa edilmiştir. Ayrıca göçmenlere at veya öküz almaları için kredi ile Zirai Donatım Kurumu aracılığıyla tarımsal alet ve tohum desteği sağlanmıştır[97].

Göçmenler bölgeye ilkbahar aylarında gelmeye başladıklarından kış gelmeden evlerin yapımına başlanarak tamamlanmasına çalışılmıştır. Bu doğrultuda 1951 sonbaharına kadar 35’i Adana’da olmak üzere 113 evin yapımına başlanmış, Ekim ayında da 70 evin inşasına başlanacağı açıklanmıştır[98]. Ancak evlerin projeye uygun olarak yapılabilmesi için öngörülen 1.000 lira tahsisatın yetersiz kalacağının ortaya çıkması üzerine maliyeti düşürmek için Orman İşletme Müdürlüğünden kereste temin edilmiş, Eskişehir Kiremit ve Tuğla Fabrikası’na tuğla siparişi verilerek kapı ve pencere gibi parçalar ihale yoluyla alınmak üzere harekete geçilmiştir[99]. Şüphesiz yurt geneline binlerce göçmenin yerleştirilme çalışmasının devam ettiği ve devletin de imkânlarının sınırlı olduğu düşünüldüğünde sürecin çok da öngörülebilir olmadığı aşikârdır. Bu nedenle evlerin yapım süreci bir hayli uzadığından göçmenler geçici olarak iskân edildikleri yerlerde 1.5-2 yıl yaşamak zorunda kalmışlardır. Fakat çalışmalar hummalı bir şekilde sürmüş olup bir taraftan yapımına başlanan evler tamamlanmaya çalışılırken bir taraftan da yeni evlerin yapımına başlanmıştır. Nitekim 1951 Ekim’inde Toprakkale’ye kurulması düşünülen göçmen köyünün yerini görmek ve incelemelerde bulunmak üzere bir heyet buraya giderek tetkiklerde bulunmuştur[100]. İskân İşleri Genel Müdürlüğü tarafından bu günlerde yapılan açıklamada vilayete yerleştirilen göçmenlerden 505 aileye ev yeri, 319 aileye arazi tahsis edildiği, tahsis edilen arazilerin 50’sinin tapusunun verildiği, 273 evin temelinin atıldığı, inşaatı tamamlanan 8 evin sahiplerine verildiği, 46 ton da tohumluk dağıtıldığı dile getirilmiştir[101].

1951 Kasım’ında Bahçe kazasına giden Vali Ahmet Kınık, yaptığı açıklamada Haruniye’de göçmenler için inşa edilmekte olan 25 evden 1’inin bittiğini belirtmiştir[102]. Daha önce Eskişehir’den sipariş edilen kiremitlerin Kasım ayında gelmesiyle birlikte evlerin yapımı da hızlanmıştır[103]. Ay sonu itibariyle de Osmaniye’de 4, Havraniye’de 6, İncirlik’te 8 ve Karaisalı’da 28 ev tamamlanmış, Karaisalı’nın Çatalan bucağına bağlı Müsait köyünde 4 evin temeli atılmış[104], İhsanülhamit, Kaldırım, Sakarcalık ve Bahçe’ye yapılması planlanan yerleşim yerlerinin ihalesi yapılmış[105], Toprakkale’ye kurulması ön görülen köyle ilgili de ihale aşamasına gelinmiştir[106]. Müteahhitlerin yüksek fiyat vermesi üzerine de vilayete bağlı olup Bayındırlık Müdürlüğünün bir birimi olarak çalışmalar yürütecek olan Adana Göçmen Evleri İnşaat Bürosu adında bir büro kurulmuştur[107]. Bu esnada bir taraftan evlerin inşasına devam edilirken bir taraftan da yapımı tamamlananların tapuları dağıtılmaya başlanmıştır. 1951 sonu itibariyle göçmenlerin iskân süreçlerinde gelinen noktaya dair açıklamada bulunan Vali Ahmet Kınık, Bebeli ile Çukurkamış’a yerleştirilecek 144 göçmen için hazırlanan tapuların geldiğini, 1952 yılına kadar da 450 aileye yerleştirildikleri arazinin tapularının verileceğini, Misis’e bağlı Yarımca’da kurulacak olan 150 hanelik köye ise 120 göçmen ailesinin yanı sıra bir miktar aşiret ile kendilerine arazi verildiği takdirde buraya taşınacaklarını belirten Yerdelen köylülerinin yerleştirileceğini ifade etmiştir[108].

1952 yılının ilk günlerinde İskân İşleri Müdürlüğü tarafından vilayete iletilen raporda Seyhan’a gelen 6.256 kişiden oluşan 1.411 aileye toprak verildiği, 51 evin yapımının tamamlandığı, 596 evin inşaatının sürdüğü, yapımına henüz başlanmamış ev sayısının da 1.387 olduğu belirtilmiştir[109]. Bu ailelerin büyük çoğunluğunu çiftçiler, 94’ünü ise esnaf ve zanaatkârlar oluşturmuştur[110]. Göçmenler için yapılması öngörülen evler ile kurulması planlanan köylere yönelik çalışmalar yıl boyunca devam etmiştir. Bu doğrultuda Sirkenli’de kurulacak olan 60 hanelik göçmen köyü için çalışmalara başlanırken, Yarımca’ya kurulacak köyün yerini belirlemek üzere Mart ayında bir heyet gönderilmiş, Cihadiye (Dedeler) köyüne kurulacak 50 hanelik köyün ihalesinin de kısa süre içerisinde yapılacağı açıklanmıştır[111]. Nisan ayına gelindiğinde ise 40 haneden oluşan Sakarcalık’taki 6 evin inşasına başlanmış[112], Misis’teki 4, Çotlu’daki 5, Havraniye’deki 6, Bahçe köyündeki 50 ev ile Kiremithâne’deki 7 evden 6’sı, İncirlik’teki 8 evden 7’si, Karaisalı’daki 16 evden 15’i, Bahçe kazasındaki 26 evden 22’si, Ceyhan’daki 209 evden 28’i, Kadirli’deki 268 evden 29’u tamamlanmıştır[113]. Kozan’a bağlı İhsanülhamit’teki evler ile Kaldırım’daki 150 evin birkaç aya kadar bitirileceği, Baklalı’daki 3, Bebeli’deki 6, Tuzla’daki 30 evin tamamlanmak üzere olduğu, Cihadiye’deki 50 hanelik göçmen köyünün müteahhide verildiği, Yarımca’daki 100 haneli köyün de etüdünün tamamlandığı belirtilmiştir[114]. Ayrıca Kozan’a bağlı köylerden Sokutaş’a 11, Bulduklu’ya 13, Pekmezci’ye 27, Gaziköy’e 27, Hamam’a 30, Çokak’a 31, Bucak’a 39, Yassıçalı’ya 44, Turunçlu’ya 44, Ayvalı’ya 48, Camili’ye 56, Arslanlı’ya 61, İmamoğlu’na 73, Alaybey’e 95 ve Tepecikören’e 150 nüfus göçmen iskân edilmiştir[115].

1952 Haziran’ına gelindiğinde vilayete yerleştirilen göçmen sayısı 1.529 hanede 7.422 kişiye ulaşırken göçmenler için yapılan evlerin inşası devam etmiştir. Bu bağlamda 537 evden müteşekkil 7 göçmen köyündeki 112 evden oluşan iki köyün inşası bitmiş, 73 köydeki 439 göçmen evi de bitme aşamasına gelmiştir[116]. Yapımı tamamlanan 50 haneli Bahçe köyü ile 60 haneli Toprakkale göçmen evlerinin dağıtımı için Bayındırlık Bakanlığından izin talebinde bulunulmuş, 150 haneden oluşan Kaldırım’daki 57 evden 25’ine de göçmenler yerleştirilmiştir[117]. Evler için gönderilen tahsisatın yetersiz kalması üzerine Bayındırlık Bakanlığı 900.000 lira daha göndermiştir[118]. Gelen parayla birlikte inşaat çalışmaları hızlanmıştır. İnşaatı devam eden evlerin yanı sıra yapımı öngörülen ve bürokratik işlemleri tamamlanan yeni evlerin inşasına da hız verilmiştir. Bunlardan birisi olan ve 82 evden oluşan Yeşiloba’daki göçmen evleri için 1952 Eylül’ünde ihaleye çıkılmış[119], Ekim ayında da temelleri atılmıştır[120]. Yapımı tamamlanan Cihadiye’deki 50 ev ile Yarımca’daki 100 evin dağıtımı da Ekim ayında gerçekleştirilmiştir[121]. Bu evlerle birlikte vilayet genelinde yapımı tamamlanan ev sayısı 981’e ulaşmıştır. İnşası devam eden Yeşiloba’daki 82 ev ile muhtelif köylerdeki 291 evin de kısa sürede tamamlanarak sahiplerine verileceği açıklanmıştır[122].

IV. Göçmenlerin Karşılaştığı Sorunlar

Vilayet dâhiline iskân edilen göçmenlerin karşılaştığı en önemli sorun, bilmedikleri bir yerde yeni bir hayata başlamak olmuştur. Bu nedenle göçmenler iskân edilirken ya yeni yerleşim yeri kurulmuş, ya da daha önce Balkanlardan bölgeye iskân olunan Türklerin olduğu yerler tercih edilmiştir. Ancak göçmenler, toplu olarak yerleştirilecekleri yeterli sayıda yapının olmamasından dolayı öncelikle birer ikişer hane şeklinde köylere dağıtılmışlar, evlerinin inşa olunmasını müteakiben de belirli yerlere toplanmışlardır. Bu yerler, köy içinde mülkiyeti devlete ait uygun bir arazi olmadığı durumlarda genelde köyün çeperindeki uygun bir alan olmuştur.

Göçmenleri etkileyen en önemli sorunlardan birisi de bölgedeki sıcak havadır. Buna, temiz içme suyu sorunu da eklenince uzun süre sağlık sorunu yaşayanlar olmuştur. Bu nedenle göçmenlerin uzun bir süre uyum sorunu yaşadığı söylenebilir[123].

Göçmenler, öncelikle mülkiyeti devlete ait geniş toprakların bulunduğu alanlara yerleştirilmişlerdir. Bu niteliğe sahip arazilerden de sulama açısından sorun olmaması için Seyhan ve Ceyhan nehirlerine yakın bölgeler tercih edilmiştir. Bununla birlikte nehre yakın yerlere yerleştirilenler kışın selden, yazın sinekten, uzağa yerleştirilenler ise susuzluktan muzdarip olmuşlardır. Bilhassa sellerle birlikte oluşan bataklık alanlarda ortaya çıkan sivrisineklerin neden olduğu sıtma hastalığı yaşamı çekilmez hâle getirmiştir. Buna rağmen göçmenler, bölgenin sunduğu iş imkânından dolayı başka bir yere gitmeyi düşünmemişlerdir.

Göçmenler bölgedeki ağalardan kaynaklı sorunlar da yaşamışlardır. Örneğin bazı ağalar işledikleri devlet arazisinin göçmenlere verilmesine mani olmaya çalışmıştır. Bu durum her yerde yaşanmamakla birlikte Kaldırım köyü örneğinde olduğu gibi büyük ölçekli yerleşim yerlerinde yaşandığında ciddi sorunlara yol açmıştır. Nitekim köye 150 ev yapılmasına karşın arazi dağıtımı yapılamayınca göçmenler başka yerlere iskân edilmiştir. Ülkenin kısıtlı kaynaklarıyla yapılan ve boş kalan evler ise kısa sürede kullanılamaz hâle gelmiştir. Bunun yanı sıra bir kısım yerli halk da göçmenlerle sorun yaşamıştır. Aslında halk, ilk etapta göçmenlere sıcak davranarak kucak açmışsa da devletin göçmenlere ev, arsa, inşaat malzemesi desteği, işleyecek arazi ile mülkiyeti devlete ait olup uzun süre köylüler tarafından mera olarak kullanılan arazileri vermesi iki taraf arasında soğukluk yaratmıştır. Göçmenler benzer sorunları 1930’lu yıllarda Anadolu’ya gelen ve bölgeye iskân olunan Bulgaristan Türkleri ile de yaşamıştır. Bundan dolayı daha ziyade kendi içlerinde bir sosyal yaşam kurmuşlar, hatta evliliklerini de genellikle 1950-1951 göçmenleriyle yapmışlardır. Evlilik konusunda ikinci tercihleri ise bölgeye daha önce iskân edilen Bulgaristan Türkleri olmuştur. Akraba evliliklerine ise genel olarak karşı oldukları için bu tür evlilikler çok istisna olup olanlar da uzak akrabalar arasında yapılmıştır. Bütün bu yaşananlar ise göçmenlerin yerli halk ile kaynaşma sürecinin uzamasına yol açmıştır.

Anadolu’ya gelen göçmenler, Bulgaristan’da daha önce görmedikleri ve yemedikleri bamya, patlıcan, narenciye ve zeytin gibi yiyeceklerle karşılaşmışlardır. Haydarpaşa tren istasyonundan hareketleri esnasında zeytin, peynir ve ekmekten oluşan kumanya verilmiştir. Fakat göçmenler, zeytini daha önce hiç yemedikleri için ya çekirdeği ile yemişler ya da trenden atmışlardır. İstasyonlarda vatandaşlar tarafından verilen portakalı ise kabuğu ile yemeye çalışmışlardır.

Göçmenlerin geçici olarak yerleştirildikleri yerlerde kalmaları için kendilerine tahsis edilen yapıları toprakla sıvayıp, badana yaparak daha yaşanılır hâle getirmeleri çoğu zaman buraların ellerinden alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun yanı sıra kalıcı iskânları için devlet tarafından yapılan evlerin tuvaletten yoksun olması da ayrı bir sorun yaratmıştır. Bunun üzerine göçmenler, evlerinin dışına kazdıkları kuyuları tuvalet olarak kullanmışlar, hatta bu hususta yerleştirildikleri yerdeki halka da örnek olmuşlardır.

Yerli halkın kullandığı bazı farklı kelimeler göçmenler ile iletişim kurmada soruna yol açmıştır[124]. Örneğin Kadirli’nin Kümbet köyünde yaşayan ve pamuk tarlasına bir miktar da karpuz tohumu serpiştiren bir ağa, karpuzların büyümesi üzerine göçmenlere şu tarladaki karpuzları kırın, gelip alacağım deyince göçmenler ağanın dediğine bir anlam verememekle birlikte karpuzları kırarak ikiye ayırmışlar. Kümbet köyünde yaşayan bir başka ağanın hanımı da evlerinde kalarak işlerine yardımcı olan Ali Kıyak’a samanlığın kapısını kilitle manasında, samanlığa git, dilini dille deyince kızarıp bozaran Ali Kıyak, ağaya giderek mahcup bir şekilde ağam ben bir şey yapmadım ama hanım ağam böyle dedi demiştir[125].

SONUÇ

1950-1951 göçü kapsamında Bulgaristan’dan Anadolu’ya yaklaşık olarak 155.000 kişi göç etmiştir. Göçmenlerin takriben 7.500’ü Seyhan vilayetine yerleştirilmiştir. Göçmenler vilayete yerleştirilirken daha ziyade tarımsal çalışma potansiyeli yüksek olan Adana, Ceyhan, Kozan, Kadirli ve Osmaniye gibi kazalar tercih edilmiştir. Göçmenler geldiklerinde vilayette yeterli sayıda yapı olmamasından dolayı öncelikle geçici olarak evi müsait olan bir ailenin yanında ya da kendilerine verilen yıkık dökük vaziyetteki metruk yapılarda kalmışlardır. Bir süreliğine geçici iskân mahallinde kalan göçmenler, evlerinin tamamlanmasıyla birlikte kalıcı iskân sahalarına toplanmışlardır. Az sayıda olmakla birlikte geçici iskân mahallinde kalan da olmuştur.

Kalıcı iskân sahaları oluştururken iki faklı usul takip edilmiştir. Bu bağlamda ya mevcut yerleşim yerlerine yeni konutlar yapılmış ya da Adana’daki Yeniyayla örneğinde olduğu gibi müstakil köyler kurulmuştur. Mevcut köylere iskân yapılırken göçmenlerin uyum sıkıntısı yaşamaması için öncelikle muhacir köyleri tercih edilmiştir. Müstakil yerleşim yerleri ise mülkiyeti devlete ait geniş arazilerin bulunduğu yerlerde tesis edilmiştir. Müstakil yerleşim yerlerindeki evler devlet tarafından yaptırılmış olup inşaatta çalışan göçmenlere ücret dahi ödenmiştir. Ancak evlerin maliyetini düşürmek adına bazı yerlerde ortak duvarların kullanılmış olması aile mahremiyeti açısından sağlıklı olmamıştır. Yapılan evler ise kesme taş, topraktan yapılan kiremit, kamış veya çalı gibi malzemelerden olmak üzere üç farklı şekilde inşa olunmuştur. Ancak tuvaletten yoksun olarak yapıldıkları için tuvaletleri göçmenler yapmak zorunda kalmıştır. Bu bağlamda göçmenlerin, badana ve tuvalet gibi konularda yerli halka örnek olduğu söylenebilir. Şayet yerleştirildikleri yerde daha önce iskân edilmiş göçmen varsa böyle bir durum söz konusu olmamıştır.

Müstakil yerleşim yerlerine iskân edilen göçmenlere ev, arazinin niteliğine göre nüfus başı tarla ile duruma göre tohumluk ve kredi desteği, mevcut yerleşim yerlerine küçük gruplar hâlinde iskân edilenlere ise arsa, inşaat malzemesi, arazinin niteliğine göre nüfus başı tarla, tohumluk ve kredi desteği verilmiştir. Göçmenlere verilen evler ise takriben 60 m² büyüklüğündedir. Çiftçilere verilecek evlerin bir oda ile ahırdan, esnafa verilecek olanların ise iki katlı olup üstünün ikamet, altının iş yeri olarak kullanılacağı açıklanmıştır. Buna rağmen esnafların yerleştirildiği Yeşiloba’daki evler tek katlı olarak inşa edilmiştir.

İlk etapta yerleştirildikleri yerlerdeki halkın yardımlarıyla yaşamlarını sürdüren göçmenler bir süre sonra tarlaya yevmiyeye giderek, toprak dağıtımının gerçekleştirilmesi üzerine de tarlalarını ekip biçerek yaşamlarını idame ettirmeye çalışmışlardır. Ancak yeterli tarımsal ekipman olmadığı için tarlalarını at ve öküz marifetiyle ya da belli sayıda haneye tahsis edilen traktörler yardımıyla sürebilmişlerdir. Fakat ortak kullanım sadece Karataş’ın Bahçe köyünde tespit edilmiştir.

Göçmenlere hayatlarını idame ettirmeleri için dağıtılan araziler genellikle köylüler tarafından ortak kullanılan meralardan verilmiştir. Bu da yerli halk ile göçmenlerin karşı karşıya gelmesine, hatta bazen uzun süreli çatışma yaşamalarına yol açmıştır. Bundan dolayı bazı göçmen aileleri arazilerini yıllarca kullanamadığından yaşamlarının düzene girmesi uzun zaman almıştır. Bunun yanı sıra bazı arazilerin bataklık olması ise buraların üretim amaçlı kullanılabilmesi için yoğun bir emek ve çaba gerektirmiştir. Arazilerin nehrin kenarında olması durumunda ise yaşanan sellerden dolayı mahsul zarar gördüğünden bazı yıllar hiç ürün alınamamıştır.

Seyhan’ın sıcak iklimi ile daha önce yemedikleri zeytin, turunçgil, bamya, patlıcan, yeşillik (nane, maydanoz, marul) gibi besinleri ilk defa yemek zorunda kalmaları göçmenler açısından sorun yaratmışsa da zamanla hem iklime hem de yiyeceklere alışmışlardır.

Göçmenler iskân edildikleri yerlerde uzun yıllar yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak zaman içinde aile bireylerinin sayısının artmasına bağlı olarak mevcut arazilerinin geçimlerini sağlamada yetersiz kalması üzerine bilhassa yeni yetişen gençler çalışmak için Adana başta olmak üzere göçmenlerin yoğun olarak bulunduğu Bursa gibi şehirlere göç etmişlerdir. Buna bağlı olarak da iskân mahallerinde genellikle az sayıda yaşlı nüfus kalmıştır. Bununla birlikte zaman içinde büyük ölçekte iç göç alan Adana’nın Mihmandar ile Kadirli’nin Şıhmehmetli köyleri örneğinde olduğu gibi göçmenlerin tamamen terk ettiği yerleşim yerleri olduğu gibi Kadirli’deki Savrun Mahallesi ile Adana’daki Yeşiloba örneğinde olduğu gibi aldığı göçlerle büyüyen yerler de söz konusudur. Sürece dair istisnai bir örnek de Ceyhan’ın Kaldırım köyüdür. Zira mülkiyeti devlete ait olan ve göçmenlere dağıtılması planlanan bölgedeki arazi, burayı işleyen ağaların müdahalesi sonucu dağıtılamadığı için Kaldırım’daki göçmenlerin bir kısmı başka yerlere yerleştirilmek zorunda kalınmış, ülkenin kısıtlı imkânlarıyla yapılmış olan evler ise kısa sürede kullanılmaz hâle gelmiştir.

Göçmenler iskân olunurken yerleştikleri yere kolay uyum sağlamaları ve birbirlerine destek olmaları için akrabalarıyla veya köylüleriyle birlikte yerleştirilmeye gayret edilmiştir. Bunun da etkisiyle uzun süre ya kendi içlerinde ya da daha önce bölgeye gelen muhacirlerle evlenmişlerdir. Bunda, zaman zaman yaşadıkları sorunlardan dolayı yerli halkla mesafeli ilişkiler, kendi kültürlerinden olan birisiyle daha kolay anlaşacakları düşüncesi, Bulgaristan’dan tanışmaları veya ortak tanıdıkları olması ile belirli yerlerde yerli halkın göçmenleri dışlayıcı bir tutum takınmasının etkili olduğu söylenebilir.

Bir Cevap Yazın