Yazarlarımız

“Dünden bu güne Bulgaristan” (354-1990)

“Dünden bu güne Bulgaristan” (354-1990)
Rafet ULUTÜRK’ün kitabından alıntı.

Bölüm – 1 –
VI. Yüzyıl’dan Günümüze Bulgaristan
“Bir Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” Yahya KEMAL
1. Bulgarların bugünkü Bulgaristan’a gelişi
a) Birinci aşama: Nereden ve nasıl geldiler?
Bulgar halkını oluşturan temel etnik unsurlar, ikisi de bugünkü Güneydoğu Avrupa’ya göçerek gelen, İslavlar ve Proto-Bulgarlar (Ata-Bulgarlar) ile yerli halk olan Romalılar tarafından asimile edilen Trak kavminin kalıntılarıdır. Tarih içinde Peçenekler, Keltler, Kumanlar, Kıpçaklar, Tatarlar, Türkler de Bulgar geninde izler bırakmıştır. Proto – Bulgarlar Avrupa kıtasına ilk önce 354 yılında ayak basmıştır. Roma tarihçileri onların o tarihte Kuzey Kafkaslarda belirdiğini kaydetmiştir. Tarihsel kökleri çok daha geride aranırken, bu güne doğru aldıkları yol da hala araştırma konusudur.
Bulgarlar kimdir ve nereden geldiler? Bulgar bilimine yerleşmiş kanıya göre, Bulgarlar Ural – Altay dil ailesinden gelmiştir. Bu gruba Avarlar, Hunlar, Hazarlar ve Kumanlar da girer. Bu nedenle, Bulgar kavim topluluğunun oluştuğu yeri, Pamir ve Tyan Şan’ın Kuzey Batısında, Altaylarda, Orta Asya’da, belki de daha da Doğu’da Çuvaşistan, Karaçay-Balkar’da ve Doğu Moğolistan’da aramak gerekir. 1922’de Bulgaristan’da araştırmacı yazar, Petır Dobrev’in “Ata Bulgarlar, Doğuş, Dil, Kültür” adlı eserini yayınladı. O, bu yapıtında, Ata-Bulgarların Türk kökenli oldukları savını değiştirmeye çalıştı. Ona göre Ata-Bulgarların yaktığı ilk ocağı Moğol bozkırlarında, Baktır’da ya da Himalay Dağları’nın kuzey eteklerindeki İmeon yaylalarında aramak gerekir. Bu araştırmacı iki şeyi kesin olarak reddetmeye çalıştı.
1) Ata-Bulgarların Türk olduğunu ve
2) Avrupa’ya birkaç kafile halinde geldiklerini.
XX. yüzyılda “yurtseverlik” perdesi ardında, Bulgar milliyetçiliği, aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve faşizmin doğmasına temel olan bu tezi oluşturan Petır Dobrev şunları yazdı: “Biz Bulgarların, Türkçe baştan sona okunan tek bir yazımız yoktur.” Daha sonra büyüdükçe azan ve bugünkü Bulgaristan sınırları içinde yaşayan Türklerden ve tüm etnik azınlıklardan kurtulmayı amaçlayan Bulgar milliyetçiliği, zulme dayanan devlet siyaseti üretti, azınlıklar arasında ayırım yapmadan milyonlarca insanın hayatını kararttı.
Bulgarları anlatan efsaneler onları, ihtiyaç duydukları şeylere zorla sahip olan, hayatlarını at sırtında geçiren insanlar olarak tanıtır. İslavlardan farklı olarak daha hareketli olduklarından dolayı, daha fazla halk tanıma olanağı bulmuşlar ve gelişim aracı olarak devlet biçimini daha erken seçmişlerdir.
Asker ruhlu ve disipline yatkın oldukları içinde, esnek bir halk olan Yunanlardan çok farklıdırlar. Öte yandan “Bulgar halkının oluşmasında ağır basan, Bulgar mı, İslav nitelikler midir?” sorusunun yanıtı hala bir gizemdir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’na kadar Bulgar öğesine vurgu yapılırken, 50 yıl sonra bu tez değişti. Ata-Bulgarlar eriyip tarih sahnesinde ebediyen yok olurken İslavlar kendi kültürel yaşamını dayattılar, dendi. Kısacası “Ata-Bulgarlar İslav denizinde boğulmuştur” tezi yayıldı.
b) İkinci aşama: Bulgar halkının oluşumu
Bu aşama, 681’de başlayıp Birinci Bulgar Çarlığı’nın çökmesiyle 1018’de noktalanır. Güneydoğu Avrupa’da Birinci Bulgar devleti Ata-Bulgarlar ile İslavların yaşadığı topraklarda ve onların birleşmesiyle kurulmuştur. Aynı topraklarda aynı dili kullanan, aynı etnik kökten gelen topluluk tek bir devletin çatısı altında birleşmiştir. Burada en büyük rolü Bulgar devletinin Hıristiyanlaşması ve İslav dilinin resmi dil olarak kabul edilmesi oynamıştır. Aynı kilisede toplanan Bulgarlar Tanrı’nın 10 buyruğuna göre yaşamaya zorlanmıştır. Bulgar bilginlerine göre, vaftiz edilen Bulgarların gönlüne şu faziletler yerleşmiştir: aydınlanma ve ilerleme arzusu; erdemlere saygı, başkasının acısını paylaşma, destek olma vb. İlk dönemde Bulgarlar, devlet kurup, Hıristiyanlaşıp, Kiril Alfabesine de kavuşunca, kendi deyimleriyle “Altın Çağ’larını yaşamış, hatta Çar I. Simeon (893-927) üç denize çıkıp Konstantinopol surlarına dayanmıştır.” Ne var ki bu zirvelere gelene kadar Ata-Bulgarların Batıya giden yolu uzundur. Han Kubrat tarafından 632 yılında kurulan ve Eski Büyük Bulgaristan adıyla bilinen, Kafkaslar’ın kuzeyinde ve Karadeniz yöresindeki Ata-Bulgarları birleştiren devletten ayrılan oğlu Kotrag, daha sonra İslam’ı kabul eder, Orta Çağ İdil Bulgar devletini kurar. Oğullarından Asparuh ise 680’de Tuna Boyu Bulgar devletini kurar. O, aslında Orta Asya’dan Bulgar kavmini Balkanlar’a taşıyan handır. Asparuh Bulgarları Tuna’yı Roma İmparatorunun izniyle geçmiş ve Tuna kıyısına yerleşen askerlerine koruma savunma görevleri verilmiştir. Roma ile Bulgar hanları arasındaki çarpışmaların bir başkası da 811’de Koca Balkan’ın Vırbişki prohod geçidinde Han Krum ile Roma Kralı Nikofor arasında olmuştur. Bu çarpışmadan yenik düşen Nikofor’un kafatası gümüşle kaplanarak, Han Krum için bir şarap kadehine dönüştürülmüştür. Sonunda Bulgarları Balkanlara alan Roma, 1018’de ilk Bulgar çarlığının köküne kibrit suyu dökmeyi başarmıştır.
c) Üçüncü aşama:
X. ile XIV. yüzyılları içine alan ve bugünkü Bulgaristan topraklarının Osmanlılar tarafından ele geçirilmesine kadar uzanan bu aşama iki alt halinde ele alınmalıdır.
– Günümüz Bulgar topraklarının Roma egemenliği altında (1018 – 1185) bulunduğu yılları kaplayan birinci dönem
– 1185’te Asen (Pomak Türkü-Hasan) ve Bulgar Petır’ın Bulgar devletini yeniden kurmasından Tırnovo ve ardından Vidin Prensliklerinin XIV. yüzyılda art arda düşmesine kadar uzanan ikinci dönem.
Bulgar devletinin Bizans esaretinden sonra yeniden toparlanmasına devletçi siyasetin, kilisenin ve din adamlarının rolü büyük olmuştur. Osmanlı’nın Balkanlara girdiği dönemde Bulgar halkı parçalanmış, prensliklere bölünmüş ve ruhen ezilmiş bir durumda bulunuyordu. Az gelişmiş bir dilin lehçelerini konuşsalar da, farklı Prensliklerde farklı yasa ve kurallar içinde yaşayan bu toplulukların bir halk karakterinde ve halk kimliğinde birleştiklerini söylemek çok zordur. Belki o yıllarda herkesin bildiği, unutmamaya çalıştığı, günümüze kadar ulaşan bir efsane var. Han Kubrat hayata gözlerini yummazdan önce, bazıları Volga – Kama ırmakları boyunda devlet kuran, diğerleri Tuna’yı geçen oğullarını bir araya toplamış. Vedalaşmaya gelen oğullarına bir demet ok veren baba Kubrat, “Hadi kırın bakalım!” demiş. Hepsi denemişler, fakat ok demedi kırılmamış. O zaman, baba demedi almış, sökmüş ve okların hepsini birer birer kırmış ve gözlerini son defa açarak: “Sizi birer birer kırmalarını istemiyorsanız, birlik olun oğullarım!” demiş.

2. Hıristiyanlığın kabulü: 681’de Birinci Bulgar Devleti’nin kurulduğu bugünkü Bulgaristan topraklarında, İslav ve Eski Bulgarların dışında Romalılar ve farklı dini inançlara ve geleneklere sahip başka topluluklar da yaşıyordu. Aralarındaki dil, etnik, kültürel, dinsel farklılıklar ve yaşayış tarzlarındaki ayrımlardan dolayı bir halkta birleşmeleri tamamen olanaksızdı. Bir halk olabilmeleri için hepsine aynı kültür normlarını ve değer yargılarını kabul ettirecek bir dine gerek duyuluyordu. Bulgarlar bu topraklara kendi tek tanrılı dinleri Tengri ile gelmişlerdi, fakat ona yerliler tarafından kötü gözle bakılıyordu. Yeni Roma toprakları ele geçirildikçe Hıristiyanların sayısı artıyordu.
IX. yüzyıl ortasında, Bulgar devleti büyükçe bir devlet olsa da, öteki Avrupa devletleri tarafından putperest barbarların devleti olarak görülüyordu. Avrupa manevi ve maddi kültürü Hıristiyanlık temelleri üzerine bina edildiğinden dolayı, kendilerine katılma gereği ağır basıyordu.
I. Boris Hıristiyanlığı kabul etmeden önce, bir adalet ve inkişaf, yeni medeniyet dini olan İslam’ı kabul etmesi için birkaç teklif aldı. Aynı dönemde, Hıristiyanlık kabulünü zorunlu eden başka faktörler de vardı. Bulgarların, Franklar, Sırplar ve Bizanslılarla yürüttüğü son savaşlarda büyük kayıplar vermişti. 683’te Konstantinopolis’te Roma ile Bulgarlar arasında “Uzun Süreli Barış” anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya Bulgaristan’ın Hıristiyanlığı Katolik Roma Kilisesinden değil, Ortodoks Konstantinopolis’ten aldığı yazılmıştır. Prens Boris 864 yılında Hıristiyan oldu. Bizans İmparatoru III. Mihail’in adını kabul ederek, Mihail olmuştur. Hıristiyanlığın kabul edilmesine karşı ayaklanan ve 866 yılında başkent Pliska’ya yürüyen servet sahibi saygın Bulgarlar (boyarlar) I. Boris askerleri tarafından hezimete uğratılmış ve 52 boyar, aile üyeleriyle birlikte katledilmiştir. Bulgarların Hıristiyanlaşması çok kanlı olmuştur. Roma tarihçileri, Orta Asya’dan “Tengri” Tanrısıyla gelen Bulgar halkının Hıristiyanlığın dayatılmasına uzun zaman karşı çıktığını ve direncin ancak 29 Temmuz 1014’te Çar Samuil yönetimindeki Bulgar askerleriyle Bizans İmparatoru II. Vasiliy ordusu arasındaki Velbaş savaşına kadar sürmüştür.
Daha sonra lakabı (Bulgar katili) olan II. Vasiliy esir aldığı 15.000 Bulgar askerlerinin 1.500 tek gözünü diğer 13.500 hepsini iki gözleri kör etmiş, olayı gören Samuil felç geçirip ölmüş, askerlerse Hıristiyanlığı kabul etmeye karşı direnenler gözdağı olsun diye her Bulgar köyüne birer kişi yerleştirilmişlerdir. Bu trajediden dolayı Bizans imparatoru 2.Vasiliy “Bulgar katili” unvanını alır. 29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” savaşında Roma-Bizans İmparatoru 2. Nikifora yenik düştü. 15 binlik Bulgar esiri %1 sıcak demirle tek gözü oyuldu, diğerleri ise iki gözleri kör edildi. Ardından “Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur” dersi orada verildi. Bulgar köylerine bu askerler birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi böyle kırıldı. Samuil 6 Ekim 1014 yılında vefat eder. Vefatın 4 yıl sonra Bulgaristan işgal edilir.
Özellikle belirtilmesi yerinde olur. Birinci ve İkinci Bulgar Çarlığı’nda Hıristiyanlığın kabul edilmesinden sonra resmi devlet ve din dili olarak İslav dini kullanıldığı iddia edilse de, baskın Yunan dili kullanılırken halk anadilini korumaya olağanüstü gayret göstermiştir. Toplam 26 han 8 prens (ardından çar olarak değişmiştir) tarafından yönetilen Birinci Bulgar çarlığı (681 – 1018) I. Simeon yenilgisiyle çökmüştür. Günümüzde Bulgaristan’da Hıristiyanlık din, manevi yaşam ve toplumsal bilinç düzeyinde kendini gösterirken, etkisinin azalmasını sosyal yaşamın şekillenmesine, laik iktidarın dinsel yaşam üzerindeki hâkimiyeti gibi faktörlere borçludur. Osmanlıda yaşanan Bulgar uyanış çağında bile kilise bir ibadet yeri olmaktan fazla, bir ulusal kurum rolü görmüştür.
3. Kiril alfabesi
a) Kiril Alfabesi- Bizans İmparatoru III. Mihail 862 yılında Hıristiyanlığı İmparatorlukta yaşayan İslavlar arasında kendi dillerinde yaymak amacıyla Kiril ve Metodiy kardeşlere bir alfabe geliştirmelerini emretmiştir. İstenen, her harfin bir sese tekâmül edeceği bir alfabedir. İlk şekliyle bu alfabe Doğu Bulgar ağızlarından biri olan, Selanik İslav lehçesine uyarlanmıştır. Bu noktadan çıkılarak, yıllar sonra, Kiril ve Metodiy kardeşlerin geliştirdiği alfabenin bir Bulgar etnik edinimi olduğu görüşü yaygınlaşmıştır.
Kiril kitap dilinin bir Bulgar dili olduğu tezi daha IX. yüzyılda kabul edilmiştir. O yıllarda Avrupa’da din kitapları yalnızca Latince, Yunanca ve İvdir dilinde basıldığından, Roma Papası Sawe yeni bir yazı dilini yasaklamıştır. Metodiy’in 885’te ölümünden ve müritlerinin bu yasak nedeniyle Ulah topraklarından kovulmasından sonra, onlar I.Boris’e sığınıp çalışmalarına IX. yüzyılda Pliska, Preslav ve Ohri eğitim ocaklarında devam etmiş ve birçok eser yazmıştır.
XIX yüzyılda Papa XIII. Loewe, Kiril alfabesiyle gelişen basın yayın geleneklerine saygı göstererek din kitaplarının da bu alfabeyle yayımlanmasına izin vermiştir. Bulgar, Sırp, Makedon, Rus, Ukrayna ve Beyaz Rus halkları bugün Kiril Alfabesini yazı ve okuma dilinde kullanır. 2007 yılında Kiril Alfabesi, Latin ve Yunan Alfabesi’nden sonra Avrupa’da da tanındı. Dünyada yaklaşık 300 milyon kişi Kiril alfabesini kullanıyor. Bunlar Güneydoğu Avrupa’dan Slavlar, Ruslar, Ukraynalılar, Beyaz Rusyalılar, Rusya’da Kafkasyalı, Sibiryalı, Moğolistanlı başka etnik gruplar. Bulgaristan şimdilik Avrupa Birliği’nde Kiril alfabesini kullanan ülkedir. Kiril Alfabesi bugün de dipdiri ve capcanlı bir sorundur. Hıristiyanlığın yeni halklara kendi dillerinde ve anlaşılır bir şekilde indirilmesi ve daha da yaygınlaşmasını sağlamak için geliştirilen bu Alfabenin IX. yüzyılda Rumeli’de oluşturması, bu tarihsel yeniliğin sahibi kimdir tartışmalarını periyodik olarak kızıştırıyor.
Hatta topumun büyük bir kısmı, bu tarihin önemini vurgulamak için, onun resmi bayrama dönüşmesini istiyor.
2017’nin 24 Mayıs’ında, Bulgaristan’da Kiril ve Metodiy Alfabeyle aydınlanma, ulusal bayramı olarak anılırken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2017’de Moskova’da bulunan Makedonya Cumhurbaşkanı Georgiev’e “okuyup yazma bize Makedon coğrafyasından geldi” sözleri, Sofya Moskova ilişkilerine hemen gölge düşürdü. Bir ay sonra Sofya’ya gelen ve TV demeçlerinde “Kiril Alfabesi Bizans’tan gelmiştir” ifadesini kullanan dünya satranç şampiyonu Anatoliy Karpov, Başbakan Boyko Borisov tarafından kabul edilmedi. Bu noktaya vurgu yaparken Osmanlı döneminde yaşanan Bulgar Uyanışının Bulgar dilinde gerçekleştiği, halk ruhunu ateşleyen Hristo Botev ve Georgi Rakovski gibi şairlerin Bulgarca yazdığı, “Dunavski Lebed” (Tuna Kuğu) gibi Bulgarca çıkan gazetelerin egemenlik davasına kilise bağımsızlığı isteği ile başladığı bilinir.
XV. yüzyıldan başlayarak Bulgar din adamları Yunanca ve eski İslav dilinde eğitim veren kilise ve manastır okullarında eğitim alırken, Bulgar ulusal kimliğini ve öz bilincini zorlukla koruyabilmiştir.
Birinci ve İkinci Bulgar Çarlıklarında Bulgar dilinde ders veren okul yokken, 1836’dan başlayarak Bulgaristan’da Kiril alfabesiyle eğitim veren okullar mantar gibi bitmiştir. Bulgarlar uyanış çağını Osmanlının bağrında yaşamıştır. Bulgar toplumunun gelişimi, 1857’de Mithat Paşa’nın Rusçuk valisi olarak atanmasıyla özellikle hız kazanmıştır. Bulgarlara anadillerinde eğitim, adalet, ekonomiye katılma ve ticaret alanlarında tam eşitlik sağlanmıştır. Günümüzde, internet üzerinden Kiril harfleriyle yazışma ve hatta mesaj atma, Latinceye göre, %18 daha pahalıdır. Bu uygulamaya Bulgarlar ısrarla karşı gelmelidir. SSCB’nin dağılmasından sonra, Azerbaycan, Kazakistan ve diğer Orta Asya bağımsız devletlerinin, Kiril Alfabesinden Latin Alfabesine geçişi, Bulgaristan’da benzer bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Devam edecek
Olaya bir de Bulgaristanlı Müslüman Türkler açısından bakalım.
Onlar 1878’den sonra Türk kimliklerini Arap ve Osmanlı harfleriyle okuyup yazarak aramaya koyuldular. 1908’de Balkanlar’da ilk olarak Arnavutların Latin Alfabesine geçmesi olumlu karşılandı. Bu olay Bulgaristan Türklerini etkiledi. Türkçe ders kitapları ve gazetelerin kendilerine yabancı olan Arap ve Kiril harfleri dışında başka bir yazıda da basılabileceği düşüncesi umut uyandırdı.
1 Kasım 1928’de Türkiye’de harf devrimi yapıldı. Atatürk’ün eğitim aydınlığı Bulgaristan’a sıçradı. Osmanlı Alfabesinin resmiyetine son verilmesi, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin de 1928’de Latin harflerine geçmesini sağladı. Türkiye dışında bu harfleri ilk kullanmanın heyecanı önce aydınları sardı. Başmüftülüğün (Bulgarların desteği ile) ısrarla karşı koymasına rağmen okul kitapları Latin Alfabesiyle hazırlandı. Türkiye’nin dışında Türkiye ile birlikte Latin alfabesi kullanan ilk Bulgaristan Türkleri olmuştur. Bulgaristan’daki Türk lehçelerinde eski yazının ünlü seslerini ifade etmede yetersizliği ve yaşanan imla kargaşası böylece aşıldı. Yeni harflerle gazeteler çıktı. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin kendilerini yeni oluşan Türk ulusundan ayrılmaz bir parça olarak gördüğü ve yeni bir kültürel kimlik arayışı içinde olduğu ortaya çıktı. Bu kimlik Bulgar ulusal kimliğinden farklı, kendi sözlü ve yazılı kültüründen beslenen bir Müslüman Türk kimliği olacaktı. Bulgaristan Türkleri İslamiyet faktörünü de azınlık kimliklerinin, örf ve adetlerinin, geleneklerinin yaşatılması, birlik ve beraberliklerinin korunması açısından çok önemli bir unsur olarak görmek gerekir.
4. Bulgar Kültürü.
Bugünkü Bulgar şehirlerinin altındaki ve müzelerindeki kültür ve medeniyet eserleri Odrisyan Krallığı’na aittir. (MÖ 460 – MS 46) Yaşayan ve hizmet sunan yüksek mimar eserlerinin ekseriyesi de Osmanlı devrinden kalmıştır. Çağdaş Bulgar kültürü Trak, Slav ve Bulgar kültürünün bir karışımı olsa da, Yunan, Kelt, Roma ve Osmanlı kültüründen de etkilenmiştir. Trakların eserleri pek çok altın hazineyi içerir. Ülkenin bugünkü sınırları Roma İmparatorluğu’nun Moesia, Trakya ve Makedonya eyaletlerini kapsar ve pek çok arkeolojik keşif Roma dönemine dayanır. Beş bin yıllık tarihi geçmişi olan Trakların Büyük İskender tarafından asimile edildiği bilinse de, günümüz Bulgar tarih doktrinleri Bulgar halkını Trak-Protobulgar karışımı olarak göstermeye çalışılıyor.
Oysa Birinci (681 – 1018) ve İkinci (1185 – 1396) Bulgar devletleri Slav kültürü egemenliği altında gelişmiştir. Preslav ve Ohri edebiyat ocakları Doğu Ortodoks Slav dünyasında ebedi ve kültürel anlamda büyük bir iz bırakmıştır. En önemli katkıları, günümüzde milyonlarca insanın kullandığı Kiril alfabesi ve onun oluşturduğu yazılı kültürdür. Bugünkü Bulgaristan topraklarında Bulgarlardan önceki medeniyetlerin görkemini kanıtlayan, Bulgarların biz Trakların devamıyız diyerek “bizim” dediği en önemli eserler arasında Varna Metropolünden çıkarılmış MÖ 5. bin yıldan kalmış olan, dünyanın en eski işlenmiş altın hazinesidir. MÖ IV. yüzyıl sonu ve III. yüzyıl başlarından olan ve Trak – Elen kültürünü yaşatan 9 parçalık Panagürişte altın definesi 1949’da bulunmuştur.
1965’te Vratsa /Vraça/ şehir merkezinde bulunan Roma Dönemi öncesi bir mezardan altın taç, gümüş kaplı 2 araba vb. nesneler çıkarılmıştır. Avrupa’daki en eski ve dünyadaki altıncı en eski şehir olan ve en az MÖ 3000 yılına ait yerleşim yeri barındıran Filibe de (Plovdiv) Antik Roma Tiyatrosu, aynı ilde bulunan Hisar şehri de Roma zamanından kalmış 5 sıcak su kaplıcasıyla ünlüdür.
Osmanlıdan önce Bulgar Kültürü sorgulandığında ilk akla gelen Veliko Tırnovo kentindeki “Tsaravets”tir. Kale, MÖ IV. yüzyılda Traklar ve Keltler tarafından inşa edilmiş ve sonra da İkinci Bulgar Çarlığı’na başkent olan kale içi kentin adıdır.
İlk Bulgar kafileleri buraya Birinci Bulgar Çarlığı zamanında yerleşmişlerdir. Orta Çağda en büyük Bulgar Çarı olan Büyük Simeon devlet sınırlarını Edirne ovasından, Arnavutluk, Karadeniz ve bugünkü Macaristan ile Moldova’ya kadar uzanan, Karadeniz, Ege ve Adriyatik’e ulaşan Büyük Bulgaristan devletini kursa da, tüm bu dönem içinde Bulgarlar Roma’nın etkisi altında kalmış ve Rumların asimilasyon çabalarına maruz kalmıştır. Yerleştikleri topraklara sımsıkı sarılmış, doğanın gücü, güzelliği ve ebediliği üstüne sanat oluşturmuş, dedelerinin kabirlerinden ayrılmamışlardır. Biz bugün kadim Bulgar kültüründen söz ederken, bu halkın folklorunu, halk sanatını, milli efsanelerini, sözlü rivayetlerini bilmek zorundayız. Bir halkın ulusal kültürü ve halk karakteri bunlar bilinmeden açılamaz. Bulgar yazarlarından Dimitır Marinov’un “Canlı Yaşlılık” derlemesi, Bulgar kültürel geçmişinin köklerine bir iniş denemesidir. Bulgar Yazarlar Birliği bu alanda yoğunlaştırdığı çalışmalarıyla 12 ciltlik bir Bulgar Halk Yöneticiliği Ansiklopedisi bastı. Bu çalışmalar Bulgar halkının kültürel tarihine giden basamakları oluşturur.
5. Bulgar Halk Yöneticiliği Ansiklopedisi’nde, kadim dönemde Bulgarların ulusal karakterini belirleyen birkaç temel faktöre işaret edilir:
a) Coğrafya – Bulgar karakterinin mayalanmasında bu öğe çok etkili olmuştur. Doğal ortamın insanların karakteri üzerindeki etkisi belirgindir. Bulgar kültür tarihçileri bu konuyu işlerken, ülkenin Balkan Yarımadası’nın ortasında, kapalı bir alanda, askeri açıdan stratejik yollar arasında, ağır feodal sosyal düzen içinde bulunan Bulgaristan’ın hep boğulma tehlikesi yaşadığını ve Bulgar halkının kaderinin bu anlamda Yunan, Sırp ve Roman halklarının kaderinden daha ağır, daha çilekeş olduğuna işaret eder.
b) Sosyo-tarihsel koşullar
Ele aldığımız Osmanlı öncesi dönemde Bulgar halkı üzerinde çok güçlü dış baskılar eksik olmamıştır. Bu durum halk psikolojisini etkilemiştir. Roma ve Avrupa devletleri her zaman Bulgarları baskı altında tutmaya çalışmış, halkın psikolojisini yaralamış, yükseliş ve düşüşlerin etkisi ezici olmuştur. Halk arasında derin görüş sahibi soy ve sülale kanaat sahiplerinin olmaması, aydınların kellelerinin sürekli kesilip atılması, halkın canını sıkmış, ruhunu daraltmıştır. Putperest kültürün Hıristiyanlaştırılması, Hıristiyanlığın gönül hoşluğuyla kabul edilmemesi, halk arasında yeni bir din arayışının başlamasına, dini sapkınlığa ve tarikatlaşmaya, Bogomilcilik gibi yeni manevi arayışların hayat hakkı aramasına neden olmuştur. Bu gelişmeler asırlarca çözülemeyen çelişkileri kızıştırmış, halkı yönetimden koparmış ve parçalamıştır. Bizans yardakçılığı, Bulgarların tarihsel kültürel kökenlerinden ve alışkanlıklarından uzaklaşmasına, halk kültürünün yüzyıllar boyu bocalayarak, ölü canlı yaşamasına neden olmuştur.
c) Dinsel etkenler- Bulgar halkı Ortaçağda dili dilinden, öz dini bağrından sökülen bir halktır. Bu nedenle o, kilise içinde dindar, kilise dışındaki manevi hayatı farklı, halk psikolojisi ise tamamen bambaşka olan bir üçlü hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Buna rağmen din, Bulgarları birbirine kenetlemiş, birleştirmiş, gerektiğinde her zaman onları bir toplulukta buluşturmuştur. Bulgar halkı zora düştüğünde, duygularıyla birbirine bağlanmış, zor günlerde, ağır sınavlar verirken ve dara sıkıştığında hep (Tengri) Tanrıyı aramıştır. O dönemde Bulgar ulusal karakterinin belirlenmesinde kilise belirleyici olmamıştır.
Fakat Bulgarlar ortak halk ruhu olan bir ulustur. Bunu Balkan Savaşlarında, Hıristiyanlaştırma ve Türkleştirme çılgınlıklarında benim kuşağım da görebildi.
d) Bulgarların en çok eziyet gördükleri milletlerin başında Rumlar yer alır
Bu fark “Rum denize, Bulgar Balkana âşıktır” deyimine yansımıştır. 1872’de Osmanlı özel bir fermanla Rum Papazlarını Bulgar kiliselerinden atmalarını sağlamıştır. Bulgarlar bin yılı aşkın bir süre yabancı papazları beslemiş ve anlamadıkları bir dilde dua etmek zorunda kalmıştır. Sıralanan faktörler Osmanlıdan önce hep birlikte Bulgar halk karakterini mayalayıp oluşturmuştur. Doğası, tarihi, dini, halk edebiyatı ve sanatı, jeopolitik durumu gibi unsurlar bilinmeden Bulgar halkını ve karakterini tanıyabilmemiz mümkün değildir.
6. Bulgarlar neden gururlu bir millettir?
a) Doğanın ve çevrenin etkileri
Bir kişinin, bir halk topluluğunun veya ulusun gururlu olmasını koşullandıran birçok etken vardır. Bunların başında insanın yaşadığı topraklara olan sevgisi gelir. Bulgarcada “vatan” doğduğun yer ya da Pederin yeri anlamındadır. Belki de bu sevgi, insanın başka hiçbir yerde bulamadığı ve unutamadığı taze, memleketimizin serin ve ferahlatıcı havasında, karnımızın az çabayla doymasında gizlidir! Belki de doğanın çevrenin rengârenk oluşundan veya güneş ışıklarında ya da rüzgâr esintisindedir. Şairler ve daha romantik ruhlu kişiler ormanlardaki kaynarcalardan ya da dağ yamaçlarındaki çiçeklerden söz edebilir. Yeryüzünün başka bir yerinde benzeri olmayan Güller Vadisi Kazanlık ve taze biçilmiş çayır kokusu da olabilir anlatmak istenen. Koçların boynundaki çanların çıkardığı sesin, yabancı diyarlarda işitilen çan seslerinden bin defa daha iyi olduğunu iddia edebilirler.
Bizde gökyüzünün rengi, suyun tadı başka diyebilirler. Onlar size, diğer ülkelerde horoz ve köpek sesi farklıymış gibi, erkenden yapıya çıkan horozun, hatta gece havlayan köpeğin sesini tarif edebilirler. Biraz fazla romantik bir bakış açısıdır bu. Fakat her zaman sevginin özündedir. Kim bilir? Belki de her şey diğer ülkelerin her şeyinden çok farklıdır!
Önemli olan, başka dünyalarda yaşayanların, ruhsal huzur, birazcık sıcaklık veya yaslanacak bir yercik umududur. Biz Türkler de, vatanımızı duygusal anlatırız, şiirlerimizin ve türkülerimizin yarısı menekşe sümbül üstünedir. Çiğdemlerin karı delerken rengini nasıl yitirmediğini düşünürüz. Kardelenin boynu bükük duruşuna küseriz. Biz belkide kendine el sürdürmeyen, hiç bir çiçek demedine girmek isteyemeyen, eşek dikenlerini en çok severiz. Biz göç edince boynu bükük kalan dereleri, yaylaları, gölgeleri, yamaçlarında koşan tavşan ve geyikleri, yağmur müjdeleyen kırlangıçları hep ruhsal huzur, birazcık sıcaklık veya yaslanacak bir yercik umududur.
Onları Gururlu Yapan Başka Bir Şey Daha Olmalı!
7. Tarihte şanslı olma – Bu da, onlara göre, Bulgarların 865’te Hıristiyanlığı kabul etmesinde gizlidir!
Orta Asya’da yaşarken tek tanrılı bir dünya kurabilmiş olmalarında da gizli olabilir. Yeni dinin 862’de Kiril Alfabesini oluşturan, Selanikli kardeşler Kiril ve Metodiy ve onların öğrencileri tarafından bugünkü İslav dünyasına yayılması da olabilir.
Kutsal kitabı İslav halkları dillerine tercüme edip Rusya’ya kadar ulaştırmaları başka bir büyük onur kaynağıdır. Bugünkü Bulgarlar Ruslar’a yazma okuma anahtarı verdiklerini ve Hıristiyanlığı onlardan önce kabul ettiklerini her fırsatta hatırlatıyorlar.
Bu tarihsel değerlerin toplamı, Bulgarların en büyük İslav halkları karşısında kendilerini değerli hissetmelerine temel olurken, onlarda onurlanma ateşini kendiliğinden yakıyor. Kendilerine tarih boyu gururlanma hakkı tanıyan Kiril ve Metodiy kardeşlere sonsuz saygı göstermelerinin nedeni işte bu olmalı… Bulgarların İslav dünyasına elle tutulur büyük katkısı da sanki bundan ibarettir.
Bu bakıma biz Türkleri hep karşılarında gördüler. Hıristiyanlık ve İslam’ın buluşma noktası olan Bulgaristan’da yöneticiliğinde diyalog aramaya gayret etmediler.
Bulgarların İslav dünyasına elle tutulur büyük katkısı da sanki bundan ibarettir.
Bu cümleden olmak üzere, Birinci Bulgar devletinin bir Altın Çağ yaşadığı fırsat belirdikçe vurgulanan bir özelliktir. Çünkü her halk “altın çağdan” söz etmez. Bu arada Roma’nın hem Hazar Denizine Kurulan Büyük Bulgar devletine, hem de Han Asparuh ve Han Samuil’e haraç vermiş olması, milli gururlarını beslemeleri açısından, çok önemli iki olay olduğu gibi,
Han Krum’un Roma İmparatoru kafatasından şarap içmesi de kan kabartan bir kaynaktır.
Bu nedenle günümüz Bulgaristan’ında tüm etnik grupların ve birçok uzak yakın halkın tarihi rafa kaldırılırken, yalnız Bulgar tarihine dayanılarak milliyetçilik oluşturarak kan kabartılması çok güncel ve ezicidir.
Bu açıdan bakıldığında Bulgarların anlaşılabilmesi ve onlarla beraberce yaşanabilmesi için, AB’nin tarih, edebiyat ve sanatın sivri uçlarının törpülenmesi, istemlerine mutlaka uyulması zorunlu olmuştur.
Bu yüzleşme ortamında bizim Türkler olarak kendi tarihimizi herkesten daha iyi bilmemiz kaçınılmaz oldu.
Türk tarihinde yaşanan altın çağları, büyüklerimizin hayat yollarını, geçmişimizi gururlandıran efsanelerimizi, mitolojimizi, çağdaş sanat ve kültürümüzü, onun yeni boyutlarını ve derinliğini iyi bilmeliyiz.
Bunu öğrenme ve öğretme yollarını mutlaka bulmalıyız.
Türk tarihini yaşatmak, yeni Türk sanatı oluşturma, ruhumuzu kaynaştırmak her Türkün ödevidir.
Türk kimliği pazarda satılan bir niğmet değil, bu bir alın teri eseridir.
8. Bulgar karakteri
Toplumların karakteri var mı, yoksa toplumu sadece kişisel karakterler mi oluşturur? Bu soru tüm insan toplulukları için geçerlidir. Konumuz bir kurgu mu, yoksa bir gerçek mi? Çağdaş bilim, toplumların genelleştirilmiş karakter sahibi olmadıklarını iddia ediyor. Gerekçesinde, her toplumda çalışkan, tembel, iyi yürekli, sabırlı, sabırsız, hırçın ve hoşgörülü, saldırgan ve başka karakter sahibi insanların olduğuna, ayrıca karakter özelliklerinin nicelik ve nitelik olarak toplanmasının olanaksız olmasına işaret edilir. Bu mühendisliğin özünde, ortak noktalar, kesişen çizgiler vardır. 1984- 1989’da Türk kimliğimize karşı tek iradede birleşen Bulgarların kafasını bulandıran ne oldu? Çünkü Türk kimliği düşmanlığına denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılmışlardı. Bizi ilgilendiren ana konu budur. Nasıl oldu da aynı sırada oturduğumuz, aynı sahada birlikte top oynadığımız “arkadaşlarımızdan” hiç biri bize “geçmiş olsun” demedi. Hiç bir Bulgar hiç bir Türk’e kefil olmadı. “Onu sürmeyin, tutuklamayın, iyi adamdır vs” demedi. Burada bir hasta sihir görmüyor musunuz!?
Son yıllarda Nazilerin Almanya’da yaşayan Yahudilere yaptığı ve son 70 yılda Amerikan üniversitelerinde kaleme alınan, 370 kitapta anlatılan zalimliğin ve caniliğin biz Bulgaristan Türk, Pomak, Gagauz, Roman, Ulah, Makedon azınlıklara karşı adım adım uygulanışını görebiliyoruz. Böyle bir vahşetin Bulgaristan’da nasıl yetiştiğine akıl fikir erdiremeyenlerden biri, bugün de benim. Bir insanın Türk doğuşu düşmanlık için vesile, gerekçe ve motivasyon olmuştu. Bu konuyu düşündüğümde, her zaman gözlerimin önüne tütün ocaklarından (yastık) başlayıp tarlalara da sıçrayan, kök ve çiçeği olmayan, tütüne sarılarak onun öz suyundan beslenerek gelişen, adı sözlüklere alınmamış, ama tütüncülerin bildiği sarı-ot gelir aklıma. Ekmeden biten, kazıp sulamadan gelişir. Bulgar milliyetçiliği, şoven, faşizanlaşan illet yani sarı ot gibi Türk gördükçe köpürür. Bunun ilacı yoktur. XX. yüzyılda Bulgar milliyetçiliğine panzehir bulunamadı. Bulgarlar tütün işlemediğinden olacak, dillerinde sarıot yok. Yerine “guguk kuşu ipi” demişler. Meyvecilikte rastlanır. Işığa toplanan beyaz kelebeklerin meyve ağıcı sürgünlerine bıraktığı sudan gelişen ve sürgün suyundan beslenirken onu kurutan beyaz ağımsı örgü kastedilir. Sarı ot da tütünleri soldurup kurutur. Osmanlıdan önce bu topraklarda yaşayan Bulgarların nasıl tipler olduğunu görebilmek, onları anlayabilmek zor. Bu bakıma, Bulgar ulusal karakterinin somut bir çizgisini ön plana çıkarmak da riskli olur.
İnsan tipleri, kendilerini belirli bir şekilde özgün gösterdiklerinden dolayı, toplu bir karakter olmadığı görüşü, artık kamuoyuna yerleşti. Fakat kadim Bulgar toplumu, halk ve bireyler tarihte var. Bu gerçeklik günümüzde de ortadadır. Türk görmemiş bir tipte Türk düşmanlığı oluşamayacağı için, sorularımızın cevaplarını ortak tarihimizde, Osmanlı döneminde ve daha sonralarda aramak zorundayız. Bu çalışmanın temel amaçlarından biri de budur. Ulusal karakter, insan toplumu var oldukça olacak. Ne var ki, o, belki de çok geç ve ancak XIX asırda halk psikolojisi biliminin belirmesiyle araştırma konusu oldu. Bu konuda düşünmeye başlayan Avrupalı Herder, Fihte, Hegel gibi bilim adamları ulusa ilk önce “halkın ortak ruhu” dediler. Halk psikolojisinin ödevleri arasına, halkların ruh halini; halkların manevi etkinliklerinin gerçekleştiği yasaları; değişik halk çizgilerinin belirmesi, gelişmesi ve yok olma yasalarını incelemeye aldılar. Böylece halk psikolojisi ve birey psikolojisi bilim dalları oldu. Halk ruhunun eseri olan, dil, din ve geleneklerin bireylerin ruh hali için çok faydalı bilgiler sunduğu görüldü.
Bulgar ulusu 3 – 4 milyondur. Karakter özellikleri, kesin çizgileri, hareketlenmesi ve durgunluğu çok özgündür. Son 138 yılda büyüme isteğinde ifade bulan 2 yönlü hareketlenme göstermiştir.
– Sınırları genişleterek büyüme.
1885’te Doğu Rumeliyi ilhak etmiş.
1912’de Osmanlıya saldırmış.
1913’te Ege ve Vardar bölgelerini işgal etmiş,
1942’de aynı olayı tekrarlamış ve Kızıl Ordusu ile birlikte Macaristan’a kadar ilerlemiştir.
– Ülkede yaşayan etnik azınlıkları asimile ederek büyüme. 1913’te Pomak Türkleri Bulgarlaştırıp Hıristiyanlaştırmış, 1934 – 1944’te aynı olayı sürdürmüş, 1964’te tekrar denemiş, 1972’de tamamlanmıştır. 1944’ten sonra Ulahları, Makedonları, Çingeneleri, Tatarları, Gagavuzları, savaşlardan sonra gelen sığınmacıları ve 1984/85’te Türk azınlığın isimlerini ve kimliğini değiştirerek asimile etmeye çalışmıştır. Bulgarların geçen yüzyıllarda ortaya çıkan ve ikisi bir bütün oluşturan içe ve dışa büyüme hırsı en kalın ve belirgin karakter çizgisi olmuş ve bir asırlık iç ve dış siyasetin omurgasını oluşturmuştur. XX. yüzyılda karşılaştırılmalı halk psikolojisi analizi alanında pek çok deneye dayalı araştırmayla halkların karakteri incelendi. Sonuçlar bilimsel dergilerde yayınlandı. Bu araştırmalardan, “ulusal psikoloji” ve “ulusların psikolojik çehresi” gibi kavramlar çıktı. Bu iki kavram, etnik stereotipiler, ulusal gelenek ve adetlerin değişik yanlarını, huy, ruh hali ve törelerin ulusal çizgilerini de içerdi.
Bu arada Bulgar ulusunun da “ulusal karakter” kavramının özünü açabilmek için her şeyden önce belirgin, tipik, hem olumlu, hem de olumsuz olan çizgilerin açıklanması gerekir. Bu konuda farklı fikirler var. Araştırma sonuçlarında, örneğin, çalışkanlığın değişik uluslarda farklı belirdiğini, her halkın cesaretini başka bir şekilde gösterdiğini, mizahın da değişik halklarda tekrar etmeyen bir şekilde yankılandığı ortaya çıktı. Demek oluyor ki, hiçbir karakter çizgisinin emsali yoktur. Ulusal karakterin göreceli özgünlüğü ve belirtilerinin özellikleri üstüne konuşulabilir. Büyük düşünür K.G. Yung’a göre uluslar ve bireyler şu ya da bu karakter çizgisinin kendilerinde daha yüksek bir derecede netleştiği esas alınarak mukayese yapılabilir.
Fakat bu geçmiş için geçerli olabilir mi? Şu da var. Değişik halklarda karakter olarak birbirleriyle örtüşen: çalışkanlık, konukseverlik, tasarrufçuluk, yurtseverlik, nihilizm, sabır, hoşgörü, yabancılara boyun eğme ya da eğmeme vb ortak çizgilere rastlanabilir. Bu karakter çizgilerinin değer ıskalasındaki yeri her ulus için farklılık gösterebilir. Bulgar karakterinin belirlenmesinde, halkın devlete güvenmemesi fırsatçılık doğurmuştur. Şimdiye kadar 8 defa ulusal iflas geçiren, facialar yaşayan Bulgar milleri, bugün de rüşvete, dalavereciliğe, dolandırıcılığa, banka soygunlarına, devlet işletmelerinin talan edilmesine vb yasa çıkarmaya yanaşmıyor. Tarih boyu, hakları “gizli tutulan”, kendisinden hesap sorulmayan Çar, naibler, burjuvazi, komünist elit, oligarşi gibi bir zümre oluşturulmuştur. Azınlıklara zengin olma yıllarını kapamak ve iktidardan uzak tutulmalarını sağlamak da temel ödevlerden biri olurken, Bulgar karakterini belirlemiştir. Bir başka çizgi de düşman oluşturmak ve sebepli sebepsiz kışkırtmalarla hasımları rahata bırakmamak belirgin karakter çizgisi olmuştur.
Bulgar ulusal karakterinin köklerinden iki teori,
Ulusal Karakterin Kökleri ve Belirmesiyle İlgili İki Teori Var.
Birisi, her halkın kendisi için tipik olan belirli bir model taban kişiliğe dayandığı görüşüne dayanır. Model, taban kişilik dediğimiz arşetip kişiliktir. Halk bilincinin araştırılabilmesi için arşetipin psişiği, huyu, mizacı incelenmelidir. Başka bir deyişle bu yapılırken, “moda, el kişiliğin” ruh hali soyun öteki üyelerinin karakteri üzerinden değerlendirilir. Ulusal karakterle ilgili ikinci kavram öncelikli olarak nicel parametreler üzerinden işlev görür.
O, ulusal karakteri belirli nitelik çizgileri toplamı olarak kabul edip değerlendirir. Bu görüşe göre, ulusal karakter, çok uzayan, esnek olan ve son hesapta bazen bir bütün olarak var olmayan, bütünsel tarihin içinden alınan bir yekündür. Bulgar ulusal karakteri Bulgar literatüründe XIX. yüzyıldan beri işlenen bir konudur.
Eserlerinde “ulusal karakter” kavramını ilk kullanan şair Hristo Botev şöyle der: “Halkımızın, onun halk olarak farklı kılan, garip bir hayatı, garip bir karakteri, garip bir fizyonomisi var – ona halk kodları üzerinden gelişme hakları tanıyın ve onun sosyal yaşamın hangi kısmını geliştireceğini görünüz.”
Son asırda biz bunu çok yakından takip ettik. Bugün Bulgaristan Avrupa’nın en sefil ülkesidir, halkının yarısı ülkeyi terk etmiştir. Olaya daha derin baktığımızda Bulgar devletinin dağılma aşamasına girdiğini görebiliyoruz. Araştırmacı Todor Panov “Bulgar Halkının Psikolojisi” eserinde şunları ekler: “Bütünsel olarak değerlendirildiğinde, halkın evrim süreci üzerinde etkili olan faktörlerin tümü ulusal karaktere yansır.” “Bulgarların Halk Psikolojisi” eserinin yazarı olan bilim adamı Minço Draganov ise konuya şöyle yaklaşır: “Ulusal karakter, bütün insanlık topluluğunun, karmaşık manevi sisteminde var olan, ortak ulusal kişiliğinin etnik – kültürel, sosyal – psikolojik fizyonomisinin bir etkinliği değildir. Ulusal karakter, bir de kolif öznenin dünyaya kendi ilişkisini gösterip dayatma yetkisidir.” Geçen yüzyılın başında “Bizim Halkımız” araştırmasında yazar Anton Straşimirov şu sonuca vardı: “Tek bir fert olduğu gibi, halklar da karakterlerini, içine düştükleri koşullara ve bunlara bilinçli ya da bilinçaltının etkisiyle kendileri etkide bulunarak yaraşır ve karakterini yeniden üretir”. İlave edilecek bir şey yok gibi. “Biz kanaatkar değiliz ve olamayız.
Biz çalışmadan yaşamak istiyoruz. Köleler çalışsın biz yöneteceğiz” dese daha tam olacaktı. Bu da okuyana, çekirge bir sıçrar, iki sıçrar masalını hatırlatıyor. Yazar Nikolay Haytov ise “Halk, kendi karakterini ayrı bir kişi gibi gösterir” demişti. Günümüz 2019’de Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev, danışmanlarından Prof. Marko Semov da “Bulgar halkının ulusal karakteri konusunda etkenler tarafından belirlenir ve ilişkilere yansır” nitelemesinde bulundu. Bulgar ulusal karakteri üstüne birçok başka yazar ve bilim adamı görüş yayınlamıştır. Fakat bunların hepsi bir tariftir. Bugüne kadar Bulgar ulusal karakteri, onun tanımı, gelişim süreci ve evreleri üstüne kesin bir akademik tanım belirmedi. Bundan dolayı “ulusal karakter” kavramını ifade etmemiz tam olamaz, dakik, kesin olamaz, ancak koşullu olur. Tüm eksiklere rağmen, biz bu tanımı şöyle çerçeveleyebiliriz: Ayrı ayrı uluslarda veya sosyal topluluklarda, temel, en belirgin ve kendisini belli eden sosyal ve psikolojik niteliklerin toplamı olarak özgün çizgilerle belirlenendir.”
Bulgar ulusal devrim hareketinin fikir babası ve önderlerinden olan Georgi Sava Rakovski ilk olmak üzere, Bulgar ulusal karakterinin oluşmasına ve biçimlenmesine en fazla etkide bulunan faktörleri şöyle sıralama çabasında bulundu:
1) Balkanlarda ve Bulgaristan’ın kaderinde Yunanlıların her zaman ve her yerde etkin olmaları;
2) Hıristiyan dininin Bulgar yaşam ve kültüründeki rolü ve etkisi. İslam dininin etkisi;
3) Bulgaristan siyasi ve manevi hayatına dış güçlerin her zaman ve her yerde müdahale etmesi;
4) Bulgar halkının damarlarında akan “eski halkların” kanı, Bulgar kimliğine sürekli etkide bulunması vb.
Olaylar Bulgar biliminin konuya çok özel önem verdiğini, son asırda 20 kadar yazar, psikolog, halk psikolojisi ve ulusal karakter uzmanının bütün çalışmalarını bu konuya adadığını, hem tarihsel geçmişteki, hem de geleceğin Bulgar kişisel ve ulusal kimliğini aradığını kendi eserleriyle kanıtlamışlardır. Birçok alıntılar verdiğimiz bu uğraşılardan bu halkın bundan on bir asır önce sözlü anlatımdan yazılı kültüre ve iz bırakmaya geçtiğini görürüz. Ayrıca bu uzun tarihsel süreç içinde halk psikolojisini ve Bulgar halk kimliği oluşumunu en fazla etkileyen kilise çanları çalan kubbeyle mukayese edebileceğim, edebiyat, siyaset ve kendi halkını çözen bir bilimi oluşturduğunu görüyoruz. Bulgar araştırmacı yazarların halk karakteri, halk kimliği konusunda, nedense, ön plana çıkarmak istemediği birçok önemli gerçek var. Kilise çanlarını, Çar fermanlarını, Politik Büro kararlarını işiten Bulgar halkını kişisel maddi manevi gerekçelerini bir yana bırakıp tek ruhta birleştiği, kişisel kimliğin içinde eridiği halk karakteri ve kimliği oluşturabilme yetkisine ulaşmış olmasıdır.
Bunu en yalın bir biçimde Hıristiyanlaştırma (1912), Bulgarlaştırma (1960/72 – 1984 – 1989) ve devamlı göçe zorlama süreçlerinde yaşadık, izledik… Diğer halkları asimile etmek bir nevi barbarlıktır. Psikoloji üstüne 10 eser yazan Gustave Le Bon (Devrim Psikolojisi ve Kitle Psikolojisi netleştirilmiştir) halkların neden barbarlaştığını incelememiştir ki, bu da daha derin analiz yapmamıza engel oluşturan bir etkendir. Her şeye rağmen biz bugün, elimizdeki delilere dayanarak, Bulgar karakter ve psikolojisini belirleyen temel faktörün dış etken, dış kaynaklı olduğunu çekinmeden savuna biliriz.
Son örneğini, 2017’i başından beri AB ülkelerinin anti-Türkiye kampanyasıyla, 15 Temmuz 2016 başarısız FETÖ hortlamasıyla gelen saldırılarda izliyoruz. Bunu Bulgar Çar ordularının Konstantinopolis’e karşı 18 defa saldırmasını, bu saldırılara Kuman ve Kıpçakları kazanmasında, aynı amaçla Araplarla müttefiklik aramasında görüyoruz. Halk karakterinde doku olmuş bu saldırganlık daha Orta Asya’da, (Tuna Bulgar Devletinde) eksi Balkanlar’da kurulan irili ufaklı Bulgar devletlerinin, yaşanan “altın çağın” kısa ömürlü olmasına ana nedendir. Halklar karakterlerini ve ruhlarını asırlar içinde taşırlar. XX yüzyılda Balkanlar’da ve Avrupa’da yürütülen savaşları Bulgarların ya başlatmasında ya da neredeyse hepsine yüzde yüz katılımında izliyoruz. Başka bir halk karakter özelliği de, Bulgarların her zaman dış etki altında bulunmaları ve böyle bir ortamda sürekli kamp değiştirerek hep güçlünün yanında yer almaya, güçlüler arasında arabuluculuk çalışmalarında konum almalarında izliyoruz. Günümüzde de yıkık dökük bir devlet olmasına karşın, “Soğuk Savaş” dönemiyle çöken SSCB’ni, “Varşova Paktı”nı elinin tersiyle itip, Rusya’ya sırt çevirerek, NATO ve AB üyeliğinde, birçok ABD askeri üssünse yer göstermesi, 8 adet F 16 savaş uçağı alınması, AB ortak orduları kurulmasında, silahlanmada ısrarlı oluş buna kanıttır. Bu gayretkeşlik içinde, Bulgar karakterinin kendini başkalarına, daha güçlü olana yamamaya, onu koruyacak birini bulmaya çalışırken, 180 derece yön değiştirmesi ilginçtir. Aynı zamanda, Trak’lardan, Kelt’lerden, Güney İslavlarından bu yana kendini büyütüp daha güçlü kılmak için yakınında ve etrafındaki soyları, boyları etnikleri, halk topluluklarını içine çekip eriterek asimile etme çabalarında ve bunu bir devlet siyaset sistemi haline getirme gayretinde açık olarak görüyoruz. Egemenliği altına düşen, kan ve kökünden, dilinden ve dininden olmayanı özümsemeye çalışırken, Bulgar devletinin sınırları dışında kalmış Bulgar boylarına kol kanat açması, onları sürekli kollaması, onlara yardım eli uzatması ve onları yüreklendirmesi çok özgün bir karakter çizgisidir. Bulgar halkı onları daima yeden yöneten güç olarak görmüştür. Halk karakteri olarak, bunlar tarihsel kökleri çok özel ve gelenekselleşmiş halk karakter çizgileri ortaya koyarken olağanüstü özellikli ve etkin şekilde dallanıp budaklanmıştır. Bulgar halk karakterinin tarihsel darboğazlardan geçip günümüze taşıdığı ve her an güncelliğe yansıyarak yaşayan ve Bulgar devlet siyasetini belirleyen özgün çizgilerden bazılarını kısaca gün ışığına çıkarmaya çalıştık. Bu konuyu özel incelemelerinde işleyen, Bulgar halkının ruhsal önderlerinden biri olan Petır Dinov Bulgar halkı üstüne bir cümlede şöyle ifade etti:
Bulgar’ın Üzerinde Çalışması Zorunlu Olan Nitelik. Dünyaya gelen her insan kendi halkından aldığı elbiselerle giyinir. Bulgar olarak siz, Bulgar canından dokunmuş kumaşa sarılırsınız. Bulgar canına has olmayan eksiklikten-yalandan ve diğerleri içinize çekerek yok etmeden mutlaka arınmalısınız! Makedonların 2 yıldan beri tepkilerinden ders çıkarılmalıdır. Bulgar Makedonları ve Romanların azınlık hakları neredeyse yeni bir aşamaya tırmanıyor.

Bir Cevap Yazın