Raziye ÇAKIR
İnsan, çağlar boyunca özgürlük peşinden koştu. Huzur, eşitlik, bağımsızlık gibi kavramlar, hep insanlık tarihinin özlemleri oldu. Ama bir gerçek var ki, her insanın içinde bulunduğu toplumdan, ailesinden, kültüründen ve tarihinden bağımsız yaşaması mümkün değildir. Zihnindeki düşünceler ve duygu durumları, çevresindeki etkileşimlerle şekillenir. Bazen kendi içimizde en derin özgürlüğü ararken, aslında başıboş olmadığımızı fark etmeyiz.
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” sorusu, aslında insanın varoluşunu sorgulayan çok derin bir ifade. Bunu sadece bireysel bir anlamda değil, toplumsal ve hatta evrensel bir düzeyde değerlendirmek gerek. İnsan, doğduğunda başıboş bir varlık değildir. Her biri, bir kültürün, bir medeniyetin, bir değerler sisteminin parçası olarak dünyaya gelir. Çocukluğunda aldığı ilk eğitimden tutun da, yetişkinliğinde karşılaştığı toplumsal kurallara kadar her şey, insanı şekillendirir. Bireysel özgürlükler bile, bu toplumsal bağlamdan beslenir.
Özgürlük fikri, bazen insanların çok arzuladığı, çok mücadele ettiği bir kavramdır. Ancak özgürlük, başıboşlukla karıştırılmamalıdır. “Başıboşluk”, ne insanın gerçek anlamda özgür olduğu, ne de sağlıklı bir toplumun işleyişine uygun bir durumdur. İnsanın kendisini ve çevresini tanıması, bir sorumluluk taşıması, toplumun ve tarihinin yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekir. Bu, özgürlüğün sınırları değildir; aksine, özgürlüğün ta kendisidir. İnsan, başıboş kalmakla bir varlık olarak anlam bulamaz. Bütün varoluşunun, sorumluluklarının farkına vararak, diğer insanlarla ilişkilerinde denge kurarak gelişmesi mümkündür.
Bu noktada, “kendimizi aldatmayalım” diyen anlayış, büyük bir önem taşır. İnsan, bazen kendi iç dünyasında başıboş olduğunu hissedebilir. Düşüncelerinin, hislerinin kendisine ait olduğuna inanabilir ve kendi yolunu çizerken, bu yolda tek başına yürüdüğünü düşünebilir. Ancak insan, ne kadar yalnız hissetse de, ne kadar kendi içinde bir yolculuğa çıkarsa çıksın, başıboş bir şekilde varlığını sürdüremez. Bunu fark etmesi gerekir. Her birey, kendisini bir kolektif bilincin, bir sosyal yapının parçası olarak görmeli, sahip olduğu gücü, bilgiyi ve sorumluluğu bu toplumsal yapıyı güçlendirmek adına kullanmalıdır.
Kendimizi aldatmak, gerçek sorumluluklardan kaçmak anlamına gelir. Başımızı çevirdiğimizde, toplumda başkalarının varlığını ve onların haklarını unutarak, kendi özgürlüğümüze ne kadar sahip çıkabiliriz? Bir insan, çevresindeki insanlara karşı sorumluluk taşıdığı kadar, kendisine ve geçmişine de sorumludur. Çünkü geçmişin, bugünün ve geleceğin birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu anlamak, insanı sadece bireysel değil, toplumsal olarak da olgunlaştırır.
Sonuç olarak, insanın başıboş bırakılacağını düşünmesi, aslında bir yanılgıdır. Hayat, her ne kadar bazen belirsiz ve karmaşık görünsede, insanı yönlendiren bir takım köklü değerler ve düzenler vardır. Her birey, bu düzenin bir parçasıdır. Bireysel özgürlük, toplumsal sorumluluklarla dengeye kavuştuğunda gerçek anlamına ulaşır. Aksi takdirde, başıboşluk sadece bir hayal olur; insan, ne zaman ve nerede olduğunu bilmeden savrulup gider. Kendini tanıyan, etrafındaki insanları da göz önünde bulunduran bir insan, en büyük özgürlüğünü ancak bu şekilde bulabilir.