Araştırma-Tarih

ESKİ TÜRKLERDE DÜŞÜNCE VE AHLAK

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ Kitabından

Eski Türklerin Bozkırlar coğrafyasında, at ve demir üzerine kurulu, kendilerine has bir kültür ortaya koydukları herhalde anlaşılmış bulunuyor.

Fakat bu, demirin ve atın mevcut olduğu her yerde böyle bir kültürün doğup gelişeceği mânasına gelmez. Nitekim sonraki asırlarda, hem de aynı coğrafî bölgede, her iki unsura sahip olan başka kavimler farklı kültür tiplerinde yaşamağa devam etmişlerdir.

Çünkü bir kültürün meydana gelmesi için yalnız maddî imkân ve iktisadî faktörler kâfi değildir. İnsan unsuru da bunda etkili olur. Aynı şartlar içinde yaşayan çeşitli toplulukların kültürlerinde görülen farklar, insan gruplarının sosyal telâkki ve psikolojilerindeki ayrılıktan ileri gelir. Buna göre de, Bozkır kültürünü ortaya koyan Türklerin kendilerine mahsus bir düşünce sistemi ve ahlâk anlayışına sahip olmaları gerekir ki, bu, müsbet ilim yönünden şöyle açıklanabilir:

Eski Türke at, insan ruhunu okşayan iki beşerî imkân sağlamıştır:

Biri, at üstünde insanın kendini başkalarından daha üstün hissetmesi, ikincisi atın sür’ati sebebi ile kısa zamanda istenilen yere ulaşabilme iştiyakının tatmini. Bozkırlı Türkler tarihte bu hususları gerçekleştiren ilk topluluk olarak görünür. Birincisi, yâni üstünlük duygusu üniversel devlet anlayışının desteği ile eski Türkte, O. Menghin’in ifadesi ile “beylik gururu”nu (herrenstolz) uyandırıyor, ikincisi de geniş ufuklara hükmetme arzusunu kamçılıyordu. Bunu fiiliyat sahasına çıkarmak için gerekli araç ise elde idi: Demir.

Hükmetme isteği aslında bir içgüdü olup her insanda şuuraltı bir kuvvet olarak yaşar. Bu içgüdünün aynı zamanda ilk fırsatta başkalarını sömürmek için de bir vasıta vasfı taşıdığını dünya tarihi gösteriyor. Bazı milletleri istismarcılık yoluna sürükleyen husus, onlarda “beylik gururu”nun eksikliğidir. Beylik gururu, sadece öğünme vesilesi olan basit bir psikoloji değildir. Onun, Gök-Tanrı’dan kaynak alan üniversel devlet telâkkisinin gereği olarak, asıl özelliği, karşılık beklemeden koruyucu olmasıdır .

Bu ise hüküm akına alınmış insanları sevmekte temellenir. İnsan sevgisinden doğan koruyuculuk, adalet, hürriyet ve eşitlik düşüncesini getirmiştir. Türk devletlerinde görülen töre prensipleri (Halk-Kün) böylece daha açık bir mâna kazanmaktadır. Türklerin tarihte çeşitli kavimleri idare etmekte gösterdiği başarıların sebebini burada görmek mümkündür ve muhakkak ki, Türkler insan psikolojisini en iyi tanıyan, anlayan ve bu sahada Antik-çağ medeniyetinin temsilcilerini bile çok geride bırakan bir millettir. Buna Türkün “gerçekçilikti de denebilir.

Beylik duygusu+insansevgisi+gerçekçilik şeklinde özetlenebilecek olan eski Türk düşüncesinin esaslarını ahlâk prensibi yapmış, yâni hayatında düstur edinmiş insana eski Türkçe’de “alp” denirdi. Türkçe’de er, erkek, cesur kişidir, fakat öto yiğit insan demektir. Cesareti ile mücadele ruhunu geliştirici “ad verme” ve “and içme” gibi gelenekleri “alp”lığın devamını sağlayan eski Türk topluluğunda debdebe, gösteriş ve servete değer verilmez, yalancılıktan da şiddetle nefret edilirdi.

Devletlerarası siyâsî andlaşmalarda bile sadece söz verilmekle yetinilmesi ve bu sözün başka topluluklarda yazılı taahhüdlerden de üstün bir sağlamlık taşıması, eski Türkün bugün de milli gelenek hâlinde devam eden “söz namustur” telâkkisini ahlâkî bir meziyet olarak ortaya koymaktadır.

Türklerin dikkat çekici ahlâkî bir özelliği de “utangaç” bir millet oluşudur. Yukarıdan beri sırası geldikçe zikredildiği gibi, yerli (kitabeler) ve Çin (Shi-ki, Ts’ien Han-Shu,Sui-Shu) ve Bizans (Priskos, Menandros, Tactica’lar), Lâtin (Marcellinus) vb. yabancı kaynaklara göre Türkler savaş meydanında değil, rahat döşekte ölmekten, hattâ ihtiyarlayıp hastalanmaktan utanırlardı. Esir olmak, köle durumuna düşmek, kadınlarının düşman eline geçmesi büyük utanç kaynağı idi. Şatafat içinde yaşamaktan, böbürlenmekten, başarıları dolayısiyle öğünmekten ve öğülmekten; verdikleri sözü yerine getirememekten, yalan söylemekten utanırlardı.

Utanma hissi, Antik-çağ düşüncesine dayalı Batı anlayışındaki gibi bir ruhî zaaf değil, insana daima kendini kontrol etme imkânını sağlayan bir psikolojik mekanizmadır. Eski Yunan telâkkisinde yalancılık, hırsızlık mubah görülmüş, haksızlık yapmak bir kudret belirtisi; ve cesaret,  “faziletlerin başı kabul edilmiş, fakat insanda utanma denilen bir ruhî prensibin mevcudiyeti hatıra getirilmemiş idi.

Buna karşılık eski Türk ahlâkında, cesaret yanında ve belki ondan da üstün olmak üzere, kötülükten koruyucu, başkalarını aldatmaktan, vicdanın yerini kurnazlığa terk etmekten alıkoyucu ve imana namuslu, vekaarlı bir hayat düzeni bağışlaydı “utanma” duygusu en büyük fazilet sayılmıştır.

Bu ahlâkî özellikleri dolayısiyle Türkler hakka saygılı, doğruya hürmetkar olmuşlar ve meşru devlet idaresine bağlılıklar ile uzun ve çok meşakkatti göç hareketlerinde bile bozulmayan “töre”nin (kanun)  disiplin anlayışı içinde “nizamcı” bir cemiyet teşkil etmişlerdir.

Bu nizam keyfiyeti, bilhassa 10’lu sisteme dayalı askeri teşkilât ruhundan kaynak alan çeşitli siyâsî ve sosyal müesseselerin kuruluş ve işleyişinde görünüyordu (bk. yk. Ordu).

Türk düşüncesinde mühim yeri bilinen “otoriter devlet” telâkkisinin iki dayanağından biri töreye sıkıca bağlılık ise, biri de devlet kuruluşlarının işleyişine damgasını vuran bu nizamcılıkta dikkatli ısrardır.

Türk ahlâkındaki nizam Türk diline de yansımıştır. Dil, milletleri birbirinden ayırdedici başlıca kültür unsuru olduğuna göre, Türkçe’nin, başka dillerden farklı bir bünyeye sahip bulunması tabiîdir. Bu farklılık, Türkçe’deki kısır ve haşin Bozkır ikliminin şartlarını belgelercesine kısa, fakat mâna yüklü ve sert sesler sıralanması yanında, birbirini takip eden vokaller uyumunda (ahenk kaidesi), kelime köklerine eklerin muntazam bir dizi hâlinde ilâvesi ile gelişen söz üretiminde ve daima özne+nesne+fiil tertibi ile şekillenen cümle kuruluşundaki düzgünlükte ortaya çıkmaktadır.

Ünlü dilci Max Müller’in, “Türkçe’nin grameri şekilde hayret verici güzelliktedir. Fiil, isim vb. gibi unsurlarda görülen uyarlık ve intizam, bütün kollan ile Türk dilinin bünyesinde mevcut açıklık ve sadelik, insan zihninin, ruhunun dil yapısında ne kadar yükselebileceğini gösterir” diyerek belirttiği bu özelliklere, başka dillerde konuşmağa başladıktan sonra hatıra geldikçe yeni fikirler karıştırılmasına yardımcı durumundaki cümle içi bir takım bağlantı ekleri benzerlerinin Türkçe’de yer almamış olması ilâve edilebilir ki, bu da dilimizde doğru bir cümle kurabilmek için konuşmadan önce iyice düşünmek gerektiğini, ihtar eden bir zihnî disiplin belgesidir. Kendini ifade etme konusunda böyle açık, düzenli, kesin ve sâde bir dili ortaya koyan kültürün sahibi nizamcı ve gerçekçi Türk kafası vehimlerden, hayâle dalmaktan hoşlanmamış, nazarî ve metafizik konularla meşgul olmamıştır.

11. asırda yazılan ünlü Türk siyaset kitabı Kutadgu-Bilig bile, yalnız zihinde mevcut nazariyatın bir ifadesi değil, Türk topluluğunda tatbik sahası bulunan hak, adalet, devlet kavramlarının açıklanmasıdır . Böylece eski Türkün fiilen yaşanan faal hayata karşı duyduğu tutkunluk ile gerçekçiliğin tabiî bir sonucu olan, yalnız görülene inanmak eğilimi Türk düşüncesini “mantık ve bilgi teorilerinden” ziyâde ahlâk (davranış) ve devlet felse- fesine sevketmiştir. Türk devlet felsefesi de devletin, nazariyelerle değil, topluluk eğilimlerine uymakla idare edilebileceği gerçeğine dayanır.

Türk düşüncesi, özellikle, bu orijinal cihetleri ile Hind, Sâmî ve Grek düşünce sistemlerinden ayrılmaktadır: Hind düşüncesi en iyi dayanağını Budizm’de bulurken; “mucize” inancı ile beslenen Sâmî düşünce, insan idraki üstünde bir takım meçhuller dünyası kabul ettiği kâinatta hâdiseleri çözmek üzere “insanüstü kudretle donatılmış” velîler çıkarırken;

Antik-çağ düşüncesi de ancak sağladığı menfaat ölçüsünde değer verdiği dünyanın sırlarını öğrenmek için akıl’ı tek yol sayan filozofların ve tabiatı iyi taklit edebilen sanatkârların zuhuruna imkân hazırlarken; Türk düşüncesi daha çok “millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk” ilkeleri ile belirlenen devlet adamı, teşkilâtçı ve idareci yetiştirmiştir 6. Demek ki, Türk düşüncesi temelde “beşerî ve pratik”tir.

Çin’de ise önce bu Türk düşüncesi hâkim olmuş, sonraları Budizm’in tesiri ile Hind düşünce tarzı ağırlık kazanmıştır Türk devlet adamlarının, bütün Türk topluluklarında ortak düşünceyi temsil etmek üzere, hassasiyet gösterdikleri bazı noktalar olmuştur ki, bunlardan biri, uğruna ülkeyi bile terketmeyi göze aldıkları siyâsî istiklâldir; diğeri de, dağınık Türkleri toplamak suretiyle soy birliğini kurmak olarak görünmektedir, Türk devletlerinde, idarede yabancı müdahalesine yol açmamak, yabana kültür tesirlerini asgari derecede tutmağa çalışmak, dış kültür unsurlarını ancak Türk devleti menfaatine uygun düştüğü nisbette değerlendirmek, gerçekçi Türk siyâsî davranışının (Türk millî siyasetinin) izleri durumundadır.

Nihayet, iktisaden, çok kere tarım mahsûlleri bol topraklara ve oraları işleyen “köylü” topluluklara muhtaç olduğu için akından akma koşmak zaruretinde kalan, askerî vasıftaki “Bozkır devleti”nin ortaya koyduğu Türk düşüncesi, aralıksız hareketler arenası hâlindeki eski Türk tarihinde iş (action) vetiresi ile birleşince, “ilâhî vazife hukûku”na dayalı cihan hâkimiyeti fikri gelişmiştir.

Devlet teşkilâtında doğu-batı (sağ-sol) tarzındaki yansımasından da görüldüğü üzere ve kaynaklardaki ifadesi ile “Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar insanları törenin himayesine almak şeklinde belirlenen bu büyük “dünyayı yönetme ülküsü”nün destanlarda, efsanelerde ve yazılı eski vesikalarda yer almış silinmez izleri vardır.

Görülüyor ki, yukarıda tanıtmağa çalıştığımız ve bugün “yiğit” dediğimiz “alp” tipini ideal insan kabul eden kadîm Türk kültüründe, ideal “cemiyet” tipi, görüldüğü üzere, âdeta bir destan havası içinde akıp giden Bozkır hayatının gereği, çok düşünen yaşlılardan ziyâde, beylik gururuna sahip, güçlü ve dinamik fertlerden kurulu topluluk olarak belirmektedir. Tarih yapmak, fakat yazmamak gibi bir karakter ifadesi bunun sonucu olsa gerektir.

Buraya kadar kısa ve mümkün mertebe kesin hatları ile açıklamağa çalıştığımız ve toy, yoğ, and-içme, ad-verme, tahta çıkış, Bozkurt, kurban vb. gibi kendine mahsus törenleri ile de âdeta bir kült vasfını taşıyan Bozkır kültürünün, göçebe, asalak ve “köylü” kültürlerden farkları anlaşılmıştır sanırız. Bu farklar, görüldüğü gibi en belirgin şekilde, ifadesini “halka hizmet” esasında cemiyeti töreye sadakat duygusu ile çevreleyen Türk devlet anlayışında bulmuştur. Her devlet kendini meydana getiren kültürün en yüksek seviyedeki sosyal belirtisidir.

Türk devleti de, şimdiye kadar iyice bilinmeden, peşin hükümle söylendiği gibi “şuradan, buradan toplanmış maceracı güruhların zorbalığı ile ayakta duran bir kuruluş değil, tersine, en küçük cemiyet birliğine, yani aileye varıncaya kadar nizam ve teşkilâta bağlı” ve temel prensipleri insan sevgisi; şahsiyeti ezici müdahalelerden arınmışlık; töreye güvenme iyimserliğinden doğan şevk ile daima canlı, hareketli bir hayat; inanç ve vicdan hürriyetinin sağladığı manevî huzura sahip bir sosyal mekanizma idi.

Bunlar hep bir arada dikkate alınınca görülüyor ki Türklerce Bozkırlarda geliştirilen bu kültür, insanın en tabiî eğilimlerini en iyi şekilde temsil eden bir idrak ve davranış bütünüdür. İlk-çağlarda yerleşik medeniyetlerin kaynağı ve itici gücü olmuş, insanlığa “hukuk” ve “sür’at” kavramları gibi fevkalâde değerler vermiş, besicilik yolu ile engin bir ekonomik faaliyet ortaya koymuş, 2500 yıllık “Demir çağı”nı açmış ve tarihî devirlerde “Hu- ang-ho vadisinde Han’lar Çin’ini, Ön Asya’da Arab sultasını, Akdeniz’de ihtiyar Antikite’yi iradesi altına almayı başarmış olan bu kültür”, eski beşerî değerlerini çoktan kaybedip soysuzlaşan Bizans’ı da tarihe gömmüştür. Ayrıca yakından incelendiği zaman, bilhassa devlet anlayışı, kamu hukuku, askerî teşkilât ve siyâsî ahlâk alanlarında Türk kültüründen derin tesirler alan Çin’in, Orta-doğu, Balkanlar ve Orta Avrupa topluluklarının nasıl değiştiği ve oralarda ne kadar ferah bir yaşama ortamının geliştiği görülür.

Son olarak, bir noktayı daha belirtelim: Şimdiye kadar eski Türk kültürü üzerinde yapılan araştırmaların büyük çoğunluğunda, yanlış bir hükümle, herhangi bir İlk-çağ veya Orta-çağ devleti imiş gibi telâkki edilen Türk siyâsî teşekküllerinde daima başka topluluklara âit devlet anlayışı ve sosyal görüntülerin tam paralelleri veya taklitleri (şüphesiz yabana topraklarda Türk hâkimiyeti içinde devam edegelen yerli örf ve âdetler hariç) aranmış ve eski Türk devletinde yabancı cemiyet ve siyâsî kuruluşlara mahsus bir takım müesseseler, gelenekler vb. keşfine çalışılmıştır.

Eğer bunlar, her milletin maddî-mânevî cepheleri ile ayrı bir kültürden doğduğu gerçeğini inkâr etmek gibi tarihe sakat bir açıdan bakmanın neticesi değilse, yâni Türk milletine en aşağı 3750 yıldan beri süreklilik sağlayan orijinal bir kültürün (hattâ geniş bölgelere yayılmış ve bazı yabancı kavimleri de içine alan bir “Türk kültür çevresinin) mevcut olabileceğini peşinen red alışkanlığından kaynaklanmıyorsa o takdirde, yukarıdan beri sıraladığımız Türk devlet ve topluluğu için karakteristik vesikaların, -aksi görüş iddiacıları tarafından- ilmî olarak açıklanması lâzım gelir.

Bir Cevap Yazın