Açılış konuşması;
Bir Gönül Coğrafyasının Dirilişi
Bugün, sadece bir anma günü değil; bir uyanışın, bir hatırlayışın günündeyiz. “Yeni Türkiye Yüzyılında Rumeli’ye Geçiş ve Kırcaali Efsanesi” başlığı altında buluşmamızın nedeni, sadece geçmişi yad etmek değil — geçmişin ışığında geleceğe yön vermektir.
Bizler, BULTÜRK olarak büyük bir sorumluluk taşıyoruz: Kırcaali’yi yalnızca bir şehir olarak değil, bir medeniyet yürüyüşünün sembolü olarak tanıtmak istiyoruz.
Bu nedenle Kırcaali’nin Buhara’dan başlayan, Ahlat’tan geçip Akdeniz kıyılarına, oradan Çanakkale’ye ve nihayet ilk Rumeli topraklarına uzanan kutlu yolculuğunu sizlere ve tüm Türkiye’ye anlatmaya çalışacacağız. Sadece anlatmakla kalmayacağız; bu destanı konferanslarla, panellerle, gönüllerde yankı bulan bir irfan seferi hâline getireceğiz. Ve bu büyük çalışmanın bir parçası olarak, “Kırcaali Efsanesi” belgesel filmini de izleyeceğiz. Bu filmi sadece tarihî bir anlatı olarak değil, gençlerimize “vicdanın, aklın ve inancın neler başarabileceğini” gösteren bir gönül aynası olarak sunacağız. Planımız büyük, niyetimiz samimi:
Bu belgeseli Türkiye’nin 35 ila 40 farklı şehrinde göstererek, bu destanı sadece ekranlara değil, yüreklerin derinliklerine taşımak istiyoruz.
Bir Efsaneden Fazlası: Kırcaali’nin Mücadelesi
Kırcaali, yalnızca bir kahramanın adı değildir. O, Buhara’nın irfanını, Yesevi ocağının nefesini ve Anadolu’nun vicdanını Rumeli topraklarına taşıyan bir medeniyet öncüsüdür.
Onun hayatı, bir “fetih” değil; bir gönül seferi, bir insanlık manifestosudur. Yanında yürüyen 80 Alperen’le birlikte, kılıçtan önce kalpleri fetheden, taşlardan önce gönülleri imar eden bir anlayışın temsilcisiydi.
Kırcaali’nin mücadelesi bize şunu hatırlatır: Toprak, sadece kazanmakla değil; adaletle, merhametle, imanla vatan olur. O, Rumeli’nin derin vadilerinde yalnız bir köy kurmadı; bir medeniyetin vicdanını bu topraklara ekti.
Yeni Türkiye Yüzyılı: Geçmişten Geleceğe Bir Gönül Köprüsü
Bugün bizlere düşen görev, Kırcaali’nin bıraktığı o kutlu mirası yeniden hatırlamak ve yaşatmaktır. Çünkü Yeni Türkiye Yüzyılı, Buhara’dan Rumeli’ye uzanan o büyük hikâyenin devamıdır. Bu yüzyıl, geçmişin kahramanlarını sadece anlatmak değil; onların inancını, ahlakını, vizyonunu yaşatmaktır. Bu yüzyıl, kalemiyle savaşan, kalbiyle inşa eden gençler yetiştirme yüzyılıdır.
Kırcaali bize şunu fısıldıyor:
“Eğer vicdanla yürürsen, denizler bile sana kapı olur.”
Bugün, Rumeli’ye geçiş yalnız bir coğrafi geçiş değil; bir ruhun yeniden dirilişidir. Kırcaali’nin hikâyesi, Türk’ün derin aklının ve gönül medeniyetinin ebedî bir hatırlatmasıdır.
Biz, BULTÜRK olarak yalnız geçmişi anlatmayacağız — geleceği inşa eden bir farkındalık hareketi başlatacağız. Kırcaali Efsanesi’ni, her Türk gencinin kalbinde bir meşale gibi yakacağız.
Çünkü inanıyoruz ki, tarihini bilen milletler yıkılmaz, köklerini tanıyanlar asla yönünü kaybetmez.
Yeni Türkiye Yüzyılı, Kırcaali’nin duasıdır. O dua hâlâ Balkan rüzgârlarında yankılanıyor: “Köklerine sahip çık, geleceğe umutla yürü.”
Evet, Kısaca sizlere Kırcaalinin hayatını mücadelesini Buhara – Ahlat’tan Adana Akdeniz havzası ve Çanakkaleye yürüyüşünü mücadelesini stratejilerini anlatmak isteriz:
1. Bölüm: Buhara’dan Ahlat’a: Bir Gönül Seferi ve Anadolu’nun Mayalanışı
Değerli Misafirler,
Bugün burada, yalnızca bir tarihî olayı değil;
bu coğrafyanın ruhunu yoğuran, milletimizin vicdanını mayalayan bir iman ve irfan destanını anmak için toplandık.
Bu destan, Buhara’nın ilim ve hikmetle dolu ocaklarında başlar.
Kırcaali’nin babası Gıyasettin Hoca, dönemin en büyük manevi merkezi olan Ahmed Yesevi Ocağı’nın önde gelenlerinden biriydi. O yalnızca bir hoca değil, gönülleri aydınlatan bir meşale,
karanlığa ışık tutan bir irfan yolcusuydu.
Bir gün Yesevi Ocağı’ndan kutlu bir emir geldi:
“Ufuklara yürüyün… Hakikat nereye çağırıyorsa, oraya gidin!”
Bu ilahi davetle, Gıyasettin Hoca ailesiyle birlikte yola çıktı ve Anadolu’nun kalbi sayılan Kubbetü’l-İslam Ahlat’a ulaştı.
Ahlat, sıradan bir şehir değildi;
Türk milletinin Anadolu’daki manevi tapusuydu.
Burada kurulan Yesevi ocakları, İslamiyet’i kılıçla değil; merhametle, vicdanla ve hikmetle yaydı.
O ocaklarda iman, bilgiyle birleşti; kılıç yerine söz, korku yerine sevgi hâkim oldu.
Kırcaali: Vicdanın Güneşe Yürüyüşü ve Alperenlerin Çağrısı
İşte o ocaklarda yetişti, o irfanın ışığında büyüdü Kırcaali.
Henüz genç yaşında, ilimle yoğrulmuş bir yürek, vicdanla bilenmiş bir akıl olmuştu. Babasından ve Yesevi geleneğinden aldığı öğretiyle gönlünde tek bir cümle yankılandı:
“Türk’ün gücünü, İslam’ın merhametini ve vicdanını, güneşin battığı yere kadar taşı.”
Bu, bir fetih emri değil; bir gönül fethinin yeminiydi. Kırcaali, hocası Akça Derviş ve iki yoldaşıyla birlikte Ahlat’tan yola çıktı. Onların izleri, geçtiği her toprakta ilim, merhamet ve adaletin izleri oldu. Yol boyunca bir elinde ilim, diğerinde dua taşıdılar.
Geçtikleri Her Köyden Bir Gönül Neferi
Ahlat’tan Çanakkale’ye uzanan bu yolculukta 80 köyden geçtiler.
Ve her köy, bu davaya bir alperen hediye etti.
Kırcaali ve Akça Derviş, gittikleri her köyde insanlara gönül seferlerini anlattı.
O köylerin hocaları onların samimiyetine kefil oldu,
ve sabah namazında cemaatin içinden
bu kutlu yürüyüşü sürdürecek bir gönül eri seçilirdi.
Bu seçim, rastgele yapılmazdı.
O alperen, imanla seçilir, sadakatle kabul edilirdi.
Ve böylece Kırcaali’nin etrafında, her biri bir yıldız gibi parlayan 80 Alperen halkası oluştu.
Bu, tepeden inme bir emirle değil;
Anadolu halkının vicdanından filizlenen bir seferdi.
Bir gönül zinciriydi, halktan halka, köyden köye uzanan…
Bugün Kırcaali’nin halk yapısına baktığımızda,
bu yolculuğun yalnızca Konya’dan değil,
Ahlat’tan Çanakkale’ye kadar uzanan tüm köylerden katılımlarla şekillendiği açıkça görülür.
Bu, bir coğrafi yolculuk değil;
imanın Anadolu’yu mayaladığı bir gönül seferidir.
Çanakkale: Rumeli’nin Kapısını Açmak
Bu büyük gönül ordusu, inançla, kararlılıkla ve sarsılmaz bir idealin ateşiyle Güney’den Batı’ya doğru ilerliyordu. Adana’nın sıcak ovalarından, Akdeniz’in tuzlu rüzgârlarına; İzmir’in ufuklarından Isparta’nın dağlarına, oradan Bursa’nın bağrına kadar uzanan bu uzun yolculukta, her adım bir dua, her nefes bir irfan yankısıydı. Yol boyunca Yesevi Ocakları kurdular; her ocak, bir meşale gibi yandı. Bu ocaklarda 80 Alperen’in ilmi, duası ve kararlılığıyla Anadolu’nun manevi temelleri atıldı.
Artık Anadolu yalnız bir coğrafya değil, bir medeniyetin kalbi, bir iman haritası hâline gelmişti.
Gönüller fethedilmişti.
Her köyde bir dua yükseliyor, her şehirde bir ışık yanıyordu.
Bu topraklar artık yalnızca “vatan” değil, adaletin, merhametin ve vicdanın toprakları olmuştu.
Ve nihayet, o kutlu yürüyüşün Anadolu’daki son durağına ulaştılar: Çanakkale.
Burada, Kırcaali ve Akça Derviş, 80 Alperen’le birlikte ufka baktı.
Denizin ötesinde, Rumeli’nin sisler içindeki dağları onları çağırıyordu.
Anadolu artık mayalanmıştı.
İrfan kök salmış, gönül fethi tamamlanmıştı.
Şimdi sıra, merhametin, vicdanın ve adaletin sancağını
Balkanlar’ın en derinliklerine taşımaktaydı.
Bu geçiş, yalnızca bir denizin aşılması değil;
bir medeniyetin Rumeli’ye açılan kapısı, bir çağın doğuşuydu.
2. Bölüm: Çanakkale’den Rumeli’ye: Bir Vizyon, Bir Strateji
Kırcaali, o gün yalnız bir derviş değil; aklın, inancın ve stratejinin birleştiği bir liderdi.
Çanakkale Boğazı’nın karşı kıyısına geçmek neredeyse imkânsız görünüyordu.
Karşı taraf Bizans’ın ve çevredeki beyliklerin kontrolündeydi.
Ama Kırcaali, durumu bir imkânsızlık olarak değil, bir fırsat olarak gördü.
“Bu Denizi Geçmemiz Gerekir!”
Kırcaali, komutan Süleyman Paşa’nın huzuruna çıkarak kararlılıkla şöyle dedi:
— “Bu denizi geçmemiz gerekir Paşam. Bu yalnız bir geçiş değil, bir kader yolculuğudur.”
Süleyman Paşa, onun sözlerindeki kararlılığı ve vizyonu fark etti.
Kırcaali’ye görev verdi: “Git, keşfet. En uygun zamanı, en doğru yeri belirle.”
Stratejinin İlk Adımı: İstihbarat
Kırcaali, görevi aldıktan sonra 80 köyden gelen 80 Alperen’le birlikte planını kurdu.
Önce küçük keşif grupları hâlinde karşıya geçtiler. Gece sessizliğinde, Bizans gözcülerinin fark edemeyeceği şekilde ilerleyip istihbarat topladılar.
Düşmanın en zayıf noktalarını, rüzgârın yönünü, akıntının hızını ve çıkarma için en uygun sahil kesimlerini belirlediler.
Bir süre sonra Kırcaali, keşif dönüşü Süleyman Paşa’nın huzuruna çıktı.
Topladığı bilgileri, gözlemlerini ve stratejik planını sundu.
Paşa dikkatle dinledi, ardından şu tarihi kararı verdi:
— “Hazırlanın. Rumeli’ye ilk adımı atıyoruz.”
Bu, yalnızca bir geçiş değil; imanın bilime, aklın stratejiye, cesaretin hikmete eşlik ettiği bir zaferdi. Kırcaali ve 80 Alperen, tarih sahnesine yalnızca kılıçla değil, aklın kudretiyle kazınan bir destan bıraktılar.
Rumeli Geçişi: İmparatorluğun Doğuşu
Bu geçişin tarihsel önemi, sıradan bir zaferle açıklanamayacak kadar büyüktür.
Sevgili gençler, bunu çok iyi anlamalısınız:
Eğer Osmanlı Devleti Rumeli’ye geçmeseydi, yalnızca güçlü bir Anadolu devleti olarak kalacaktı.
Ama Rumeli’ye geçti, böylece tarih sahnesine bir devlet olarak değil, bir imparatorluk olarak çıktı!
Bu adım, Osmanlı’yı üç kıtaya hükmeden bir cihan medeniyetine dönüştüren anahtar hamleydi.
Rumeli geçişi, yalnızca bir askeri manevra değil, bir medeniyet vizyonunun ilk adımıydı.
Çimpe Kalesi: Fetihle Yazılan İlk Sayfa
Bu tarihi geçişin somutlaştığı yer, Çimpe Kalesi’nin fethidir.
Kırcaali ve 80 Alperen’in topladığı istihbarat, geliştirdiği strateji ve gösterdiği cesaret sayesinde, Osmanlı ilk kez Rumeli topraklarına kalıcı biçimde yerleşti.
Çimpe Kalesi, sadece taş ve surlardan ibaret bir kale değildi; o, Osmanlı’nın Avrupa’daki kökünün ilk harcı, medeniyetin ilk kapısıydı.
Gerçek: Hediye Değil, Fetih!
Bugün bazı kaynaklarda, bu kalenin Bizans tarafından Osmanlı’ya “hediye edildiği” yazılır.
Oysa hakikat bambaşkadır!
Bu kale, bir armağan değil; aklın, cesaretin ve imanla yoğrulmuş stratejinin sonucunda kazanılmıştır.
Kırcaali ve 80 Alperen, bu fetihle yalnız bir kaleyi değil, geleceğin imparatorluğunu inşa etmiştir.
Çimpe Kalesi’nin fethi, Balkanlar’ın kapısını ardına kadar açan, Osmanlı’nın yükselişini başlatan o ilk büyük adımdır.
Bu destansı geçiş, Kırcaali’nin vizyonu, 80 Alperen’in irfanı ve Türk milletinin derin aklıyla yazılmıştır.
Rumeli’ye atılan bu adım, sadece tarihte bir geçiş değil; medeniyetin kalbinde bir diriliştir.
3. Bölüm: Edirne’de Yeni Bir Tarih Yazıldı: Çirmen Zaferi
Değerli Misafirler,
Bir önceki bölümde, Kırcaali ve 80 Alperen’in, Çanakkale’den Rumeli’ye nasıl bir gönül köprüsü kurduğuna şahit olduk.
O köprü, sadece iki kıtayı değil; iki medeniyet anlayışını da birbirine bağladı.
Artık sıra, Türk’ün sadece yüreğiyle değil, stratejik aklıyla da tarih sahnesine mühür vurmasına gelmişti.
Ve işte o mühür, 1371 yılında Edirne yakınlarında, Çirmen’de vuruldu.
Bu, yalnızca bir savaş değil; aklın, inancın ve cesaretin destanıdır.
Çirmen: Stratejinin Zaferi
Tarihi yalnızca orduların sayısıyla, ya da kılıçların gücüyle anlamak mümkün değildir.
Bazen az olan, imanla ve akılla birleştiğinde, yüz binlerden daha güçlü hâle gelir.
Çirmen Savaşı (1371), işte bu kadim hakikatin dünya tarihine atılmış en parlak imzalarından biridir.
Tehdit Kapıda
Sultan Murad Hüdavendigâr, Anadolu’daki isyanları bastırmakla meşguldü.
Tam da o sırada, Haçlı dünyası bu fırsatı görüp harekete geçti. Osmanlı’nın yeni başkenti Edirne, savunmasız görünüyordu.
Balkanlar’daki müttefik güçler — Sırp, Bulgar, Macar ve Bizans orduları — devasa bir ordu oluşturdular.
Yaklaşık 70 bin kişilik bir Haçlı ordusu, Meriç Nehri kıyısında toplandı.
Amaçları açıktı: Edirne’yi geri almak ve Osmanlı’yı Balkanlar’dan tamamen söküp atmaktı.
Ama unuttukları bir şey vardı:
Karşılarında sadece bir ordu değil, aklın rehberliğinde yürüyen bir iman ordusu vardı.
Ve o ordunun içinde, Kırcaali’nin mirasını taşıyan cesaret, disiplin ve strateji ruhu yeniden doğmuştu.
Edirne’de yeni bir tarih yazılmak üzereydi…
Umutsuzlukta Doğan Deha
O gün, kader Edirne’nin kapısına dayanmıştı.
Meriç’in suları sessizce akıyor, karanlık bir gecenin içinde 70 bin kişilik Haçlı ordusu zafer hayalleri kuruyordu.
Peki Osmanlı ordusu ne kadardı dersiniz?
Sadece 800 seçkin atlı.
İlk bakışta bu tablo, imkânsızlığın resmiydi.
Ama tarih bize defalarca göstermiştir ki; imkânsızlık, dehanın yeşerdiği en bereketli topraktır.
Ve o gece, bu toprakta akıl, cesaret ve iman filiz verdi.
Lala Şahin Paşa ve Kırcaali’nin Zekâsı
Komutan Lala Şahin Paşa ve onun yanındaki Balkan akınlarının efsanevi ismi Kırcaali, yalnız bir savaş planı değil; strateji tarihine geçecek bir şaheser ortaya koydular.
Onlar çok iyi biliyorlardı ki, savaşları kazanan kılıçların keskinliği değil; zamanlamanın doğruluğu, aklın soğukkanlılığı ve cesaretin sarsılmazlığıdır.
O gece alınan karar, sadece bir taktik değil; bir medeniyet aklının tezahürüydü.
Geceyi Fırtınaya Çeviren 800 Atlı
Gece yarısı…
Meriç Nehri’nin üzerine çöken yoğun sis, Osmanlı atlılarına ilahi bir örtü oldu.
Uykuda, rehavete kapılmış 70 bin kişilik Haçlı ordusu, bir anda karanlığın içinden doğan yıldırım gibi Osmanlı hücumu ile sarsıldı.
O 800 atlı öyle bir hızla ve öyle bir azimle saldırdı ki, düşman karşısında insan değil, gökten inen bir fırtınayı gördü.
Panik, korku ve kargaşa…
Kendi sayısına güvenen dev ordu, daha ne olduğunu anlamadan kendi kaosunda boğuldu.
Ve o an tarihe bir kez daha kazındı:
Kılıçlardan çok akıl galip geldi; sayıdan çok strateji kazandı.
Çirmen’de yalnız bir savaş değil, bir milletin kaderini değiştiren aklın zaferi yaşandı.
Çirmen Savaşı, yalnızca bir askeri başarı değil; Osmanlı’nın Balkanlar’daki kaderini kalıcı biçimde değiştiren tarihi bir dönüm noktasıdır.
Dünya harp tarihinde, 800 atlıya karşı 70 bin kişilik bir ordunun yenilgiye uğratıldığı başka bir örnek yoktur.
Bu zafer, yalnız Osmanlı için değil, insanlık tarihi için de aklın gücünün sayıya üstün geldiği unutulmaz bir ders olarak kalmıştır.
Dünya Harp Tarihinde Bir İlk: Asimetrik Zafer
Tarihin sayfalarında, büyük orduların küçük birlikler karşısında bozguna uğradığı savaşlar vardır.
Ancak Çirmen Zaferi (1371), bu örneklerin hiçbirine benzemez.
Çünkü burada yalnızca sayıca büyük bir ordunun yenilgisi değil, stratejinin ve aklın mutlak zaferi yazılmıştır.
Sadece 800 seçkin Osmanlı atlısı, karşılarında 70 katı büyüklüğünde — 70 bin kişilik bir Haçlı ordusunu mağlup etmiştir.
Bu olağanüstü sonuç, yalnız Osmanlı tarihine değil, dünya harp tarihine altın harflerle kazınmış, benzeri olmayan bir destan olarak yerini almıştır.
Zaferin Stratejik Anlamı
Çirmen Zaferi, Osmanlı’nın Balkanlar’daki ilerleyişinde bir dönüm noktasıydı.
Bu zaferle birlikte Osmanlı Devleti, artık yalnızca bir Anadolu gücü değil; Rumeli’de kalıcı bir medeniyetin kurucusu olduğunu kanıtladı.
Balkanların siyasi dengesi kökünden sarsıldı, Avrupa’nın kaderi yeniden yazılmaya başladı.
Osmanlı artık misafir değil, yeni bir düzenin sahibi idi.
Asimetrik Gücün İlk Örneği
Bugün askeri literatürde “asimetrik savaş” olarak adlandırılan kavram,
aslında ilk kez Çirmen’de vücut bulmuştu.
Az ama disiplinli, inançla birleşmiş bir gücün, devasa ordular karşısında nasıl üstünlük kurabileceğini Çirmen, tarihin en çarpıcı örneklerinden biri olarak göstermektedir.
Bu zafer, Osmanlı’nın yalnız kılıçla değil, zeka, sabır ve stratejik sezgiyle yükseldiğinin ispatıdır.
Stratejinin Gücü ve Günümüze Yankısı
Çirmen Savaşı, bizlere ve özellikle genç nesillere şu hakikati haykırıyor:
Zaferi getiren şey orduların çokluğu değil; strateji, iman ve dehadır.
Meydanda sayılar değil; aklın, kalbin ve cesaretin uyumu belirleyicidir.
Uykusuz kalan, inanan ve doğru zamanı yakalayan sekiz yüz kahraman, bir milletin kaderini değiştirmiştir.
Onların gözlerindeki iman, yüreklerindeki azim ve akıllarındaki plan; 70 bin kişilik bir orduyu darmadağın etmiştir.
İşte bu, tarihin bize bıraktığı en büyük derstir:
Kalabalıklar değil, inanç ve strateji kazanır.
Bugün modern askeri akademilerde “asimetrik savaş” ya da “stratejik sürpriz” anlatılırken,
Çirmen hâlâ dimdik ayakta duran bir örnek olarak gösterilmektedir.
Çünkü bu zafer, tarihin yalnız kılıçlarla değil;
akılla, cesaretle ve doğru anı yakalamakla yazıldığını gösteren bir abidedir.
Nesilden nesile aktarılan kutlu bir miras, bir milletin stratejik aklının sembolüdür.
Çirmen bize der ki:
Eğer inanır, sabreder ve doğru zamanda hamle yaparsanız,
imkânsız dediğiniz her şey bir anda mümkün olur.
Edirne’de: Yeni Bir Seferberlik
Zaferlerin ardından Edirne’de kalan Kırcaali, bu kez kılıcı değil, kalemi ve irfanı kuşandı.
Vakit kaybetmeden yeni bir seferberlik başlattı: Eğitim ve irfan seferberliği.
Yesevi geleneğinin ışığında ocaklar kurdu; bu ocaklar, yalnızca birer eğitim yeri değil, birer gönül mektebi hâline geldi.
Burada halka, İslamiyet’in hoşgörü, adalet, merhamet ve paylaşma ilkelerini anlattı.
Ama bununla da yetinmedi — bu değerleri sadece sözde değil, hayatın her alanına nakşeden bir ahlak düzeni kurdu.
Kırcaali’nin amacı, yalnız bilgili bireyler değil, irfan sahibi bir toplum yetiştirmekti.
Bu yeni seferberlikte kalem, kılıçtan daha keskin; ilim, fetihlerden daha kalıcıydı.
Ve Edirne, onun kurduğu bu manevi ocaklarla kısa sürede bir ilim ve gönül merkezi hâline geldi.
4. Bölüm: Rodoplar’da Ebedileşen Gönül Sancaktarı
Değerli Katılımcılar,
Çanakkale geçişiyle başlayan, Çirmen Zaferi ile perçinlenen ve Rumeli’de kök salan bu büyük medeniyet yürüyüşünün en müstesna kahramanlarından biri Kırcaali’dir. O, yalnız bir komutan değil; bir gönül sancaktarı, bir inanç medeniyetinin taşıyıcısıydı.
Artık misyonunun son aşamasına gelmişti.
Yanında bulunan 80 Alperen ile birlikte yalnızca kılıçla değil, gönüllerindeki iman, merhamet ve vicdan ile bu toprakları fethettiler.
Onların gayesi, sadece kaleleri almak değil; kalplerde iz bırakmak, yeryüzüne adalet ve huzur düzenini hâkim kılmaktı.
Rodoplar’ın sarp kayalıkları, sisli vadileri ve ezeli sessizliği arasında Kırcaali ve Alperenleri birer asker olmaktan çıkıp, medeniyet inşacısına dönüştüler.
Fetih onlar için sadece bir sınır genişletmesi değil, bir gönül imarıydı.
Vurdukları mühür, taşlara değil; insanların kalplerine, adaletle kurdukları düzene kazındı.
Bugün Kırcaali adı, sadece bir şehri değil;
geçmişten geleceğe uzanan bir davayı, bir inancı ve bir medeniyet idealini temsil etmektedir.
Onun ismi, Rumeli’nin dağlarında yankılanan bir dua, gönüllerde yaşayan bir sancağın adıdır.
Rodopların Arda Suyu Kenarında Kurulan Ebediyet Köyü – KIRCAALİ
Bir gün, Lala Şahin Paşa ile birlikte avlanmak üzere Rodoplar’ın derinliklerine, bugünkü Kırcaali topraklarına doğru yola çıktılar.
Dağların dinginliği, ormanların serin nefesi, kuşların ezgisi içinde ilerlerken, karşılarına Arda Nehri’nin gümüş gibi parlayan suları çıktı.
O an, Kırcaali’nin gönlünde bir ışık yandı.
Bu yemyeşil vadide, tabiatın kalbinde Kırcaali, hayatının son ve en anlamlı eserini ortaya koydu.
Burada bir köy kurdu — ama bu, sıradan bir köy değildi.
Bu köy, ebediyetin köyüydü.
Çünkü Kırcaali, yalnız taş ve toprakla değil; gönüllerle, değerlerle ve dualarla inşa ediyordu.
Arda’nın bereketli kıyısında atılan bu mütevazı adım, aslında bir medeniyet mührüydü.
Kırcaali, Yesevi ocaklarından aldığı irfanı, adalet ve merhametle harmanladı.
Toprağı insanla, suyu ruhla buluşturdu.
Böylece bu toprak, yalnız bir yerleşim değil; bir manevi sığınak, bir kültür ocağı, bir kimlik kaynağı hâline geldi.
O günden itibaren, Kırcaali’nin kurduğu bu köy, sadece bir yerleşim değil, bir ebediyet fikrinin sembolü oldu.
O, “sonsuzluk” düşüncesini taşlara değil, insanların gönüllerine nakşetti.
Ve bugün o topraklarda hâlâ Arda’nın suları her aktığında, Kırcaali’nin irfanı yankılanır;
adaletin, merhametin ve inancın sesi Rodopların doruklarından geleceğe taşınır.
Efsanenin Adı: Kırcaali
Kırcaali, burada bir köy kurdu.
Ama bu köy, sıradan bir yerleşim değildi.
Bu köy, onun imanının, yurdunun ve ebedi istirahatgâhının simgesi olacaktı.
Buhara’dan Ahlat’a, oradan Çanakkale’ye ve Edirne’ye uzanan uzun, kutlu yolculuk;
işte bu mütevazı köyde ebediyetle buluştu.
Kırcaali, Rodopların derinliklerinde, Rumeli’nin en ücra köşesinde bile Türk’ün vicdanını, adaletini ve irfanını temsil ederek misyonunu tamamladı.
Ve ardından Hakk’a yürüdü; gönül mühürlediği bu topraklara defnedildi.
O günden bugüne, bu coğrafya onun ismini taşır.
Vefatından sonra kurduğu bu köy, ardından tüm bölge, Kırcaali adıyla anılmaya başlandı.
Ve böylece, bir insanın adı;
bir köyden bir şehre, bir şehirden bir efsaneye dönüştü.
Bu bize şunu gösterir:
Kırcaali Efsanesi, yalnızca bir askerin hikâyesi değildir.
Bu, bir medeniyetin tohumlarının en verimli topraklara nasıl ekildiğinin;
iman ve irfanla sulanan bu topraklarda nasıl kök saldığının;
ve bir insanın gönüllerde bıraktığı izin, nasıl bir coğrafyayı ölümsüzleştirdiğinin hikâyesidir.
Değerli Misafirler,
Yeni Türkiye Yüzyılı, Buhara’dan Rumeli’ye uzanan o kutlu yolculuğun;
irfanın, cesaretin ve stratejinin zincirleme bir mirasıdır.
Bu miras, sadece geçmişte yaşanmış bir hatıra değil;
bugünümüzü inşa eden, yarınımızı aydınlatan bir ışık kaynağıdır.
Kırcaali ve yanında yürüyen 80 Alperen bizlere şunu öğretti:
Azimle, akılla ve vicdanla hareket edenler, coğrafyaları sadece fethetmez;
onları ebedi dostluk köprülerine dönüştürür.
Onlar, kılıçtan önce gönülleri,
taşlardan önce insanları imar ettiler.
Bugün bize düşen, o mirası taşımak ve yaşatmaktır.
Çünkü Yeni Türkiye Yüzyılı’nda Rumeli’ye uzanan gönül köprüsünü ayakta tutmak, yalnız tarihî bir sorumluluk değil; aynı zamanda geleceğe bırakacağımız en değerli emanettir.
5. Bölüm: Kırcaali’nin Uyanışı ve Derin Aklın Yüzyılı
Değerli Dostlar,
Kırcaali…
Rodoplar’da bir dervişin kurduğu o mütevazı köy, zamanla bir şehre, daha da önemlisi bir simgeye dönüştü. O artık yalnız bir yerleşim değil; Türk’ün vicdanının Balkanlar’daki tapusu, gönül coğrafyamızın sessiz nöbetçisidir.
Kırcaali, vefat ettiği yere — imanla mühürlediği o topraklara — defnedildi. Ardından, adına yakışır bir türbe inşa edildi. Bu türbeyi bizler, Sultan II. Abdülhamid Han’ın bizzat Balkanlar’da çektirdiği fotoğraflarda görüyoruz. Elimizdeki tek iz, belki de tarihin tozlu sayfalarından bize ulaşan o tek karelik manevi bir hatıradır. Ancak ne acıdır ki, Bulgaristan kaynaklarında bu türbenin adı dahi geçmez. Çünkü biz yazmamışız, biz sahiplenmemişiz.
Ve unuttuğumuz her satır, başkalarının bize yazdığı yalanların altına atılmış bir imzaya dönüşmüş.
Ama artık suçlu aramanın değil, uyanmanın zamanı. Tarihimizi yeniden kendimiz yazmak zorundayız. Kendi kahramanlarımızı, kendi değerlerimizi, kendi hakikatimizi biz anlatmadıkça; tarih, bizim adımıza başkaları tarafından bir zincir gibi boynumuza takılacaktır.
Bu nedenle tarih, sadece bilgi değil; bir dava meselesidir. Bizim davamız, gönül coğrafyamızı korumak, geçmişin mirasını geleceğe umutla taşıyacak nesiller yetiştirmektir.
Unutmayın: Dava ve derdi olan insanlar var oldukça, hiçbir güç bu milleti yıkamaz, yok edemez.
Buna inanın!
Çünkü Kırcaali’nin uyanışı, yalnız bir şehrin değil;
derin aklın, vicdanın ve medeniyet iddiasının yeniden dirilişidir.
Mirasın Silinme Çabası ve İlahi Bir Koruma
Bu coğrafya, tarih boyunca nice fırtınalardan geçti.
1933 yılında, krallık yönetimi bu manevi direği yıkmak istedi; Kırcaali’nin türbesi yıkıldı.
1944’te komünistler iktidara geldi;
1947’de, geride kalan son Türk okulları da kapatıldı.
Ancak zulüm burada bitmedi.
Sadece okullar değil; isimlerimiz, kimliğimiz, mezar taşlarımız bile hedef alındı.
Türklerin ve Müslümanların adları zorla değiştirildi.
Bir milletin hafızası, kökünden koparılmak istendi.
Ama asıl trajedi, geçmişin silinmek istenmesinden öte, geleceğin karartılmak istenmesiydi.
Tarihimizi silmek, bizi biz yapan değerleri topraktan sökmek demekti.
Ve bir gün, sıra Kırcaali’nin adına geldi.
Şehrin ismini değiştirmeye kalktılar.
Raporlar yazıldı, planlar yapıldı…
Ama olmadı. Değiştiremediler.
Çünkü Kırcaali adı, yalnızca bir yer ismi değildi;
bir milletin vicdanı, bir medeniyetin mührüydü.
Sanki görünmeyen bir el, ilahi bir koruma, bu ismin etrafında bir kalkan örmüştü.
Bugün Kırcaali hâlâ o adıyla anılıyorsa, bu bir tesadüf değildir.
Bu, Türk’ün hâlâ o topraklarda nefes aldığının,
adalet ve irfan medeniyetinin hâlâ yaşadığının en açık delilidir.
Demokrasiye Dönüş ve Gizemli Emanet
Bu karanlık dönem, Türk’ün sarsılmaz iradesi sayesinde son buldu.
1989 yılında Türkler, baskılara karşı iş bırakarak büyük bir direniş başlattı.
Zulme boyun eğmeyen binlerce insan, göç yollarına düştü.
Ve nihayet 1990 yılı geldiğinde, demokrasi rüzgârı Balkanlar’da yeniden esmeye başladı.
İşte tam da o karmaşık, belirsizliklerle dolu günlerde, tarihin en gizemli ve manevi olaylarından biri yaşandı.
1990 yılının bir sabahında, kimsenin tanımadığı bir adam, elinde eski bir çuval ile Kırcaali Merkez Camii’nin önüne geldi. Çuvalın üzerinde yalnızca şu yazı vardı:
“Kırcaali’nin Naaşı.”
Adam çuvalı imama teslim ederken kısaca şunu söyledi:
“Alın bu emaneti, içinde Kırcaali’nin kemikleri var.”
Ve sonra, kimse fark etmeden ortadan kayboldu.
İmam ve cemaat şaşkınlık içinde toplandı.
O kutsal emaneti büyük bir hürmetle cami avlusunun arka kısmına defnettiler.
Çok geçmeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin TİKA Teşkilatı devreye girdi. Bu mütevazı mezarın üzerine, göz kamaştıran bir türbe inşa edildi. Her ne kadar Kırcaali’nin asıl türbesi pazarın üst kısımlarında olsa da,bugün bu yeni türbe caminin içinde,
gönülleri aydınlatan bir sancak gibi yükseliyor.
Bu olay, bize şunu bir kez daha gösterdi:
Türk’ün Derin Aklı her daim görev başındadır.
Tarihin bilinmeyen kahramanları, vakti geldiğinde sessizce ortaya çıkar; emaneti teslim eder, mirası korur, akılla ve stratejiyle ismi ebedileştirir.
Ve işte öyle oldu:
Kırcaali’nin adı, tarihin derinliklerinden bugüne ulaştı.
Artık yalnız bir şehir değil;
bir milletin hafızasında, bir medeniyetin vicdanında yaşamaya devam ediyor.
Derin Akıl ve Gençlere Çağrı
1933’ten 1990’a kadar, neredeyse altmış yıl boyunca o emaneti kim sakladı?
O gizemli adam kimdi? Kimsenin tanımadığı, sessizce gelip emaneti teslim eden o kişi…
Bir aksakal mıydı? Bir derviş mi? Yoksa derin aklın görünmez bir neferi mi?
Bunu asla tam olarak bilemeyeceğiz.
Ama bildiğimiz bir hakikat var: Bu türbe, Türk’ün derin aklının, aksakallarının ve manevi muhafızlarının hâlâ görevde olduğunun en somut kanıtıdır.
Çünkü Türk’ün derin aklı, en zor zamanlarda bile mirasına sahip çıkar.
Hiçbir güç, bir milletin efsanesini, maneviyatını ve köklerini yok edemez.
Tarih defalarca göstermiştir ki; Türk milleti unutsa bile,
o derin akıl emaneti yeniden gün yüzüne çıkarır.
Bugün, Yeni Türkiye Yüzyılı’nın eşiğinde, gençlerimize sesleniyorum:
Devletinize, milletinize ve o kadim Türk Derin Aklı’na güvenin.
Günlük dedikodulara, anlık tartışmalara kulak asmayın.
Çünkü bu milletin en büyük gücü, köklerinden aldığı iman, irfan ve akıldır.
Herkes elinden gelen katkıyı yapsın;
yapamayanlar bari kötü konuşmasın, fitneye düşmesin.
Çünkü devletine güvenen bir milletin önünde hiçbir engel duramaz.
Bizim görevimiz, yalnızca tarih anlatmak değil;
devletine güvenmeyi, milletine sahip çıkmayı öğretmektir.
Unutmayın:
Davâsı olan gençler, geleceği olan milletlerdir.
Rahat olun;
Türk Derin Aklı yeniden ayağa kalktı.
Ve bunu, er ya da geç, tüm dünya görecektir.
Sabırlı olun… Devletinize güvenin, milletinize güvenin.
Çünkü Kırcaali’nin mirası, sadece Balkanlar’da bir şehrin adı değildir.
O miras, Türk’ün vicdanının, aklının ve ebedî güveninin sembolüdür.
Ve o isim, tarihin derinliklerinden bugüne şöyle seslenir:
“Köklerine sahip çık, geleceğe umutla yürü!”
Bu inançla, hepinize en derin saygılarımı sunuyorum.
