Yazarlarımız

Vakıfların İzinde: Toplumsal Dayanışma ve Hayvan Sevgisi

Gülten RAYİMOĞLU

Tarih boyunca toplumsal dayanışma ve yardımlaşma denildiğinde, akla gelen ilk kurumlardan biri vakıflar olmuştur. Ancak, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeki vakıfların işlevi, sadece maddi yardımla sınırlı kalmamış; toplumun her katmanına yayılan bir şefkat ve sorumluluk ağı oluşturmuştur. Bu kurumlar, fakirleri, yetimleri, dulları korumanın yanı sıra doğayı ve hayvanları da himaye etmişlerdir. Vakıfların kurduğu kuş evleri, hayvan hastaneleri, hatta kış aylarında sokak hayvanlarına yiyecek sağlama gibi uygulamalar, bu toprakların medeniyet anlayışında ne kadar derin bir doğa sevgisi ve hayvan hakları bilinci olduğunu gösterir.

Bu yaklaşım, sadece bir yardım faaliyeti değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesi ve medeniyet ölçütü olarak öne çıkar. Osmanlı dönemindeki “vakıf kültürü”, toplumsal adaleti sağlarken, doğayla insan arasındaki dengeyi de gözetmiştir. Bugün, modern dünyada hayvan hakları ve çevre koruma konuları üzerinde yoğun bir şekilde durulurken, Selçuklu ve Osmanlı’nın bu derin anlayışı bizlere ilham verici bir model sunmaktadır.

Seyyahların Gözünden Osmanlı’nın Şefkat Dünyası

Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yaşayan insanların hayvanlara olan yaklaşımını, en iyi gözlemleyenler kuşkusuz o dönemlerde bu topraklara gelen seyyahlar ve oryantalistler olmuştur. Bu ziyaretçiler, kendi ülkelerinde görmeye alışık olmadıkları bu merhamet dolu yaşam tarzı karşısında hem hayranlık hem de şaşkınlık yaşamışlardır. Onların tanıklıkları, Osmanlı medeniyetinin doğaya ve hayvanlara olan yaklaşımını anlamamız için önemli kaynaklardır.

Fransız edebiyatının önde gelen isimlerinden Alphonse de Lamartine, 1833 yılında İstanbul’a yaptığı ziyarette Türklerin hayvanlara ve doğaya olan şefkatini şu sözlerle dile getirir:

“Türkler canlı ve cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor. İster ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olsun, Tanrı’nın yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayırseverlikleri, bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor.”

Lamartine’in bu gözlemi, Türk toplumunun sadece insanlara değil, tüm canlılara karşı gösterdiği şefkat ve merhameti özetler niteliktedir. Ancak bu anlayış, sadece bir duygu ifadesi değil, aynı zamanda sistematik bir sosyal yapı olarak da işlev görmüştür. Osmanlı’da kurulan vakıfların hayvanlar için özel fonlar ayırması, bu merhametin kurumsal boyutunu ortaya koyar.

Bir başka dikkat çekici gözlem ise Fransız yazar Claude Farrere’den gelir. İstanbul’daki bir anısını şöyle anlatır:

“Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri: ‘Hele bak, dedi, bir Türk kedisi! Evet, bizden korkmadığına göre hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi.’”

Farrere, İstanbul’un kedilerini ikiye ayırır: Müslüman mahallelerinde yaşayan “Türk kedileri” ve Hıristiyan mahallelerinde yaşayan kediler. Türk mahallelerinde kedilerin insanlardan korkmadığını, çünkü burada yaşayanların hayvanlara karşı daima iyi davrandığını belirtir. Hıristiyan mahallelerinde ise kedilerin insanlardan kaçtığını, çünkü burada yaşayanların zayıf olan her şeye karşı daha zalimce davrandığını ifade eder. Bu gözlem, Türk-İslam medeniyetinin hayvanlara olan yaklaşımını ve bu konudaki farkındalığını net bir şekilde ortaya koyar.

Geçmişten Geleceğe: Vakıf Kültürünün Modern Dünyadaki Yansımaları

Bugün, dünya genelinde hayvan hakları, çevre koruma ve doğa ile uyumlu yaşam konuları giderek daha fazla önem kazanıyor. Ancak, bu konularda hâlâ ciddi eksiklikler ve ihlaller yaşanıyor. Oysa Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki vakıf kültürü, bu sorunların çözümüne ışık tutacak nitelikte bir miras sunuyor. Bu miras, sadece bir tarihsel bilgi değil; aynı zamanda, sürdürülebilir bir yaşam modeli ve toplumsal sorumluluk anlayışıdır.

Vakıflar aracılığıyla hayata geçirilen bu merhamet ve şefkat kültürü, yalnızca geçmişin bir parçası olarak kalmamalı; aynı zamanda geleceğin inşasında da önemli bir yer tutmalıdır. Doğaya ve tüm canlılara karşı sorumluluk bilinci, günümüz dünyasında iklim değişikliği, biyoçeşitliliğin korunması ve hayvan hakları gibi konuların merkezinde yer almalıdır.

Unutulmamalıdır ki, bir medeniyetin büyüklüğü, yalnızca teknolojik veya ekonomik gelişmişliğiyle değil, aynı zamanda doğaya ve tüm canlılara gösterdiği saygı ve merhametle ölçülür. Geçmişte olduğu gibi bugün de bu anlayışı sürdürmek, bizlere sadece daha yaşanabilir bir dünya sunmakla kalmaz, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini koruma ve yaşatma sorumluluğunu da hatırlatır.

Sonuç: Mirasın Sorumluluğu Bizim Ellerimizde

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde atılan bu şefkat dolu adımlar, bugün bizim için birer ilham kaynağıdır. Hayvanlara ve doğaya gösterilen bu sevgi ve saygı, sadece geçmişin güzel bir anısı değil, aynı zamanda bugünün ve yarının ahlaki pusulasıdır. Bu mirası yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak, hepimizin ortak görevidir. Çünkü gerçek medeniyet, yalnızca insanlara değil, tüm canlılara karşı gösterilen şefkatle ölçülür.

 

Bir Cevap Yazın