Raziye ÇAKIR
İçinde bulunduğumuz çağ, bir yanda hızla ilerleyen teknoloji ve tüketim kültürü, diğer yanda insanın yaşamına dair derinleşen bir kaybolmuşluk hissiyle şekilleniyor. Her şeyin hızla tükendiği, her şeyin bir “hızlı”lık içinde yaşandığı, daha fazla kazanma ve daha fazla sahip olma arzusunun ön planda olduğu bir dünyada, biz neyi kaybediyoruz? Yaşamak, yalnızca bir bedensel faaliyet midir, yoksa bir içsel arayış, bir olgunlaşma süreci mi? Bizim insanımız, gittikçe hızla artan bu kültürel baskı altında, daha çok yaşamak adına bir çırpınış içinde; ancak bir noktada bu yaşamın “gerçekliği” sorgulanmaya başlanmalıdır.
Yaşlanmak ve Bedenin Geriye Dönüşü: Gerçekleşmeyen Kabulleniş
Bundan yıllar önce, yaşlılık toplumun saygı duyduğu, bilgi ve deneyimin değer gördüğü bir dönemdi. Yaşlılar, hayatı çok daha derin bir perspektiften gözlemlemiş, her adımlarını bilinçle atmış varlıklardı. Ancak günümüzde, yaşlanmak, çoğu zaman bir kayıp olarak algılanıyor. Toplum, her şeyin daha hızlı, daha genç ve daha yenilikçi olduğu bir dünyada, yaşlanmayı bir “gerileme” olarak kodlamış durumda. Herhangi bir rahatsızlık hissettiğinizde, hastaneye gitmek, doktorlardan her tür çözümü aramak, bir şekilde modern tıbbın sunduğu teknolojik araçlarla sorunu çözmeye çalışmak, toplumun kabul ettiği bir alışkanlık haline gelmiş. Ama bir yaşlı adamın dizlerine ağrı girdiğinde, hastaneye gitmesi gerçekten ne kadar doğru?
Bu, elbette her insanın farklı bir deneyimidir, ancak düşünmek gerekir ki, bazen hastane koridorlarında kaybolan zaman, aslında yaşamın kendisinden çalınan bir parçadır. Yaşlandıkça beden değişir, ama bu değişim, bir kayıp değil, bir dönüşüm sürecidir. Yaşlılık, bedensel çöküşten çok, ruhsal bir olgunlaşma, kabul etme sürecidir. Bu, insanların yaşam boyunca kabullenmeye çalıştığı bir gerçektir: Ölüm ve yaşlanma kaçınılmazdır, bu süreci sağlıklı bir şekilde geçirmek, bu kaçınılmaz gerçeklikle barış yapmak gerekir.
Yorganına Göre Ayağını Uzatmak: Modern Dünyanın Tüketim Çılgınlığına Karşı
Bu bağlamda, “yorganına göre ayağını uzat” atasözünü anlamak çok daha derin bir anlam taşır. Günümüz insanı, “daha fazlasını elde etme” çılgınlığının içinde, bir yandan da kendi içsel huzurunu kaybetmektedir. Tüketim toplumunda, sahip olduğumuz her şeyin daha yenisi ve daha iyisi olduğu bir dünyada, ne kadar kazanırsak kazanalım, doyumsuzluk duygusuyla mücadele ederiz. Ama yaşlanmak, bu yarışın dışında durmayı, hayatın aslında ne olduğunu sorgulamayı gerektirir. Çünkü zaman, her şeyin en kıymetli varlığıdır ve yaşlandıkça, bu gerçeği daha derinden hissederiz.
Yaşın ilerlemesi, sahip olmanın değil, anlam bulmanın zamanıdır. Yorganımıza göre ayağımızı uzatmalıyız. Yani, yaşımızın gerektirdiği gibi bir hayat tarzı oluşturmalı, “daha çok” peşinden koşmak yerine, mevcut olanla yetinmeli ve her anın değerini bilmeliyiz. Bu, hayatı daha sakin, daha kabul edici bir şekilde yaşamak demektir. Bizim toplumumuzda genellikle, “daha çok kazan, daha çok tüket” anlayışı hâkimdir. Ancak bu, sonunda bize hiçbir şey bırakmaz. Eğer yaşantımızı yalnızca bu maddi ve dünyevi değerlerle şekillendiriyorsak, zamanla bu “daha fazla”nın bir hüsrana dönüşeceğini fark ederiz.
Ölümle Barışmak: Yaşadıkça Ölümü Kabul Etmek
Efendiler, biz aslında bir yanda yaşamı sürdürmeye çalışırken, diğer yanda “iyi bir ölüm”e hazırlık yapıyoruz. Ölüm, yaşamın bir parçasıdır. Yaşlanmayı kabul ettiğimiz gibi, ölümü de kabul etmek gerekir. Eğer yaşamın her anını anlamlı kılacak bir şekilde yaşarsak, o zaman ölümün gerçeğiyle barışabiliriz. Ölüm, kaçınılmaz bir son değil, hayatın doğal bir parçasıdır. Ancak bu gerçeği kabul etmek, bize yaşamın daha derin anlamını fark ettirir. Yaşadıkça, ölümle ilgili korku yerini olgun bir kabul sürecine bırakmalıdır.
İnanç, bu sürecin en temel taşlarından biridir. Eğer gerçekten inanıyorsanız, ölümün yalnızca bir son değil, bir geçiş olduğunu fark edersiniz. İnanç, ölümün ne olduğunu anlamada bizi derinleştirir ve yaşamı bir sınav olarak görmemize yardımcı olur. İnançsız bir şekilde “yaşamak için yaşarım” diyenler, bu dünyada yalnızca bedensel bir varlık olarak kalmaya mahkûmdurlar. Peki ya sonunda? Eğer yaşama bir anlam katmazsanız, o zaman yaşamın özü sizden uzaklaşır. “Yaşamak için yaşarım” diyenler, bir gün bu dünyanın geçici olduğunu anladıklarında, sokaklarda yaşamaya devam eden insanlar gibi, gerçekten “yaşadıklarını” hissedemeyeceklerdir.
Yaşamak ve Ölmek Arasındaki İnce Çizgi: Derin Bir Felsefi Sorgulama
Bir yaşlı adamın diz ağrısı ile başlayan yolculuğu, aslında derin bir felsefi sorgulamanın başlangıcıdır. Yaşamak, sadece bir bedensel varoluşla sınırlı değildir. Gerçek yaşam, insanın ruhsal ve manevi anlamda olgunlaşmasıyla ilgilidir. Bizim toplumumuzda, yaşamak ve ölüme hazırlık yapmak arasında ince bir çizgi vardır. Ne yazık ki çoğu insan, ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu kabullenmeden, yaşamını sadece bedensel zevkler ve dünyevi kazançlarla şekillendirir.
Ancak ölüm, yaşamın bir parçasıdır ve onu kabullenmek, yaşamı daha anlamlı kılacaktır. Gerçek yaşam, sadece yaşamak için yaşamak değil, her anı anlamlı ve derin bir şekilde yaşamakla ilgilidir. Yaşadıkça, her gün ölümü hatırlamak ve o hatırlama ile barışmak, aslında yaşamın en derin anlamını bulmaktır.
Gerçek Yaşamın Arayışı
Sonuçta, bizler hayatı anlamak ve yaşamı dolu dolu yaşamak için yalnızca bedeni değil, ruhu da eğitmeliyiz. Yaşlandıkça, bu dünyadan ne alacağımızdan çok, ne vereceğimizi düşünmeliyiz. Hayat, bir varlık olarak var olmaktan çok daha fazlasıdır; anlam, her anı keşfederek, ölümle barışarak ve bir yolda ilerleyerek bulunur. Eğer yaşamın gerçeğini anlamışsak, ölüm sadece bir geçiş olur. Yaşamak ve ölmek arasındaki dengeyi bulmak, insanın içsel huzurunu sağlayacaktır.
